Hukuk devleti topluma yön verir ve bu işlevini yönetilenlere, vatandaşlarına, kamu ve devlet görevlilerine hukuk güvenliği sağlamak amacıyla hukuki ilkeler bütünlüğü içinde gerçekleştirir.

 

Tam tersi durum yaşamımıza egemendir. Hukuki ilkeler bütünlüğü içinde hareket edilmesi bir yana; hangi kanunun ne zaman ve hangi gerekçeyle değiştiği, ne zaman yürürlükten kalktığı veya değişikliğin hangi kanun içinde yer aldığı gibi bir sürü karmaşık sorunlar yaratan kanunlar karşısında yaşadığımız kargaşanın yarattığı ortam hukuk güvenliğinin sağlanması önündeki en önemli engellerden sadece birisi.

 

Türk Ceza Kanununda ve Ceza Muhakemesi Kanununda kaç değişiklik yapıldığını ve hangi değişiklikle nelerin neden değiştirildiğini saptamaya girişin, bakın başınıza neler gelir! Aklınızı oynatabilirsiniz, sinirleriniz bozulabilir! Çünkü yasama organı “yasa yapma” ve yürütme elinde tuttuğu “icra” gücünü kendi bildiği gibi kullandı. Ama bu kanunlar temel kanundu ve toplumu doğrudan, yönetilenleri ve yönetenleri çok yakından ilgilendiren hukuk güvenliğinin temel taşı olan kanunlardı. Değişiklik yapılırken sürekli daha çağdaş ve daha demokratik ve insan haklarına daha yakışır bir ceza hukuku yaratılacağı ileri sürüldü!

 

Köprülerin altından çok sular aktı. Yasama ve Yürütme elbirliği ile değiştirdiği birçok ceza kanunu veya ceza usul ile ilgili kanun maddelerini yeniden ve torba torba kanunlarla değiştirdi. Çok olumlu ve yapılması gerekli değişiklikler yani istisnaları dışında kanunlardaki çoğu değişiklikler, yasama ve yürütme gücünün sınandığı deneme tahtasına çevrildi. Nasıl düzelecek, ne zaman düzeltilecek? Herkesin ortak görüşüne göre, ceza hukukundaki düzensizlik, karmaşa ve insanlarda “cezalandırma” tehdidi yaratan, endişeye sevk eden ceza hukukundan kaynaklanan toplumsal sorunlar düzeltilmelidir ama nasıl?

 

Nasıl düzeleceği ve yeniden nasıl bir ceza hukuku inşa edileceği konusundaki belirsizlik çok önemli bir endişe kaynağı olarak önümüzde duruyor ve acil çözüm bekliyor.

 

Bütün bu kaosun ortasında mahkemeler ve yargılamalar sürüyor. Yargının yürütmeyle, yürütmenin yargıyla kavgaları, hesaplaşmaları açık gerekçelerle sürüyor. Venedik Komisyonu Türkiye hakkındaki kararlarında yargının içinde bulunduğu durumu gözler önüne seriyor. Tam bu kavganın resmini çekiyor. Yaşanan “hukuki tuhaflık” nedeniyle yürütmenin yargıya, yargının yürütmeye karışmasındaki güçler savaşının kimin çıkarına olduğunu sorguluyor. Komisyon demokrasi için hukukun yeniden inşasında ders alınması gereken bir biçimde Türkiye’ye mahkeme kararlarının neden uygulanmadığının sorusunu soruyor.

 

Toplumu sarmalayan hukuk normları bir bütünlük içinde hukuk devletinin sağlamak zorunda olduğu hukuk güvenliğine uygun olmalıdır. Normların açık ve belirgin olması halinde kişiler ve toplum kendilerinin hukuk devletinin koruması altında olduklarını, korunduklarını ve güvende oldukları hissederler.

 

Bu çağdaş yaşamın gereğidir, aksi ise; endişe ve güvensizlik içinde yaşayan insanlara reva gördükleri ekonomik, sosyal ve toplumsal sorunlar üzerinden kendi siyasal iktidarlarının sürmesini isteyenlerin yönetimidir, baskıcıdır, insafsızdır, endişe verir ve hukuk devletini yok eder. 

Anayasa Mahkemesi ifade özgürlüğü konusunda iki önemli karar verdi. Kararlar 01.07.2015 tarihli ve 29403 Sayılı Resmî Gazete yayımlandı. Genel Kurul kararı olması nedeniyle taşıdığı önem yanında gazeteciler ve siyasetçiler açısından ifade özgürlüğünün önemini vurgulayan bu kararlar cezalandırma “tehdidinin” temel hak ve özgürlüklere olan etkisine dikkat çekiyor.  

AYM başvurucu Mehmet Ali Aydın hakkında verdiği kararda; başvurucu hakkında basın açıklamasında kullandığı sözler nedeniyle açılan ceza davasında kovuşturmanın ertelenmesine karar verilerek denetimli serbestlik tedbiri uygulanmasının ifade özgürlüğünü ihlal ettiğine karar vermiştir.

 

Kararın ifade özgürlüğünün ihlali hakkındaki gerekçelerinin yanında; bir diğer gerekçesine göre; “Daha sonra kovuşturmanın ertelenmesi kararı verilmiş olsa bile başvurucunun kovuşturmaya tabi tutulma ve yeniden cezalandırma riskinin devam etmesi nedeniyle başvurucunun ifade özgürlüğüne yönelik müdahalenin arzulanan amaçlara uygun olmadığı ve dolayısıyla da demokratik toplum düzeninde gerekli olmadığı kanaatine varılmıştır” (AYM Genel Kurul Kararı. Mehmet Ali Aydın Başvurusu. Başvuru numarası 2013/9343, Karar Tarihi 4.6.2015)

 

AYM başvurucu gazeteci yazar Bekir Coşkun kararında ise Anayasanın 26. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğü ile ve 28.maddesinde yer alan basın özgürlüğü güvencesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.

 

Bu karardaki diğer bir önemli gerekçe ise şöyledir: “Başvurucu yazdığı makale nedeniyle 1 yıl 2 ay 17 günlük hapis cezası ile cezalandırılmıştır. İlk Derece Mahkemesince hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilmiş olsa bile başvurucu 5 yıl denetimli serbestlik tedbiri altına alınmıştır ve bir yazar olan başvurucunun bu süre içerisinde cezasının infaz edilmesi riski her zaman vardır. Yaptırıma maruz kalma endişesinin kişiler üzerinde kesintiye uğratıcı bir etkisi vardır ve sonunda kişi denetim süresini yeni bir mahkûmiyet almadan geçirse bile kişinin bu etki altında ileride düşünce açıklamalarından veya basın faaliyetlerini yapmaktan imtina etme riski bulunmaktadır. Sonuç olarak başvurucunun gelecekte cezasının infaz edilebileceği olasılığının kendisinde stres ve cezalandırma endişesi yarattığı kabul edilmelidir.” (AYM Genel Kurul Kararı. Bekir Coşkun Başvurusu. Başvuru numarası: 2014/12151, Karar Tarihi 4.6.2015)

 

Başka türlü özetleyelim; ceza davaları yoluyla kişiler üzerinde yaratılan stres ve cezalandırma tehdidi basın ve ifade özgürlüğünün ihlalidir. Hukuk normları hayatımızı ceza tehdidi ile çevrelemiş ve hapishaneye çevirmiş durumda. 

 

AYM Genel Kurulu, ifade ve basın özgürlüğünün ceza davaları yoluyla tehdit altına alınmaması gerektiğini iki kararında da belirtiyor. İfade özgürlüğünü cezalandırmayın ve insanlar üzerinde ceza tehdidi yaratmayın!

 

AYM kararları bir gerçeği saptıyor. Hukuk güvenliğini ortadan kaldırma aracı olarak kullanılan ceza davaları yoluyla ifade ve basın özgürlüğü; sürekli cezalandırma tehdidi ve baskısı altındadır.

 

İfade ve basın özgürlüğü sanki varmış gibi davranmanın bir anlamı yoktur.