Sadun Duran1

Kdz. Ereğli Tarih Doğa ve Kültürünü Yaşatma Derneği uzun yıllardır yanıtı aranan Orta Caminin Ayasofya olduğuna dönük iddiaları yeniden gündeme getirdi.

Derneğin Aralık 2025 bülteninde Sadun Duran imzasıyla yayımlanan yazıda, konu şöyle gündeme taşındı:

Kentimizde, Bizans döneminden günümüze dek biçim değiştirse de ayakta kalmış olan tek bina, yaşamasını Ereğli’nin Osmanlı egemenliğine geçmesinden sonra camiye çevrilmesine borçlu olan ve bugün daha çok Orta Cami adıyla anılan ‘Sultan Orhan Camii’dir.

Bu yapının “Bizans’tan kalma adı Ayasofya olan dokuz kiliseden biri”, hatta “Türkiye’deki İlk Ayasofya Kilisesi” olduğuna dair bazı iddialar epey süredir gündemde.

Gürdal Özçakır’la birlikte yürüttüğümüz Seyahatnamelerde Ereğli çalışması sırasında karşılaştığımız bir kaynakta (Agos Dergisi, 8 Şubat 2013 sayısı, http://www.agos.com.tr/tr/yazi/4213/bitlisten-edirneye-dokuz-ayasofya-var) Emre Ertani, “Kastamonu Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Ersoy Soydan’ın önümüzdeki aylarda yayımlanacak olan ‘Türkiye’de Kilise ve Manastırlar’ kitabına göre Türkiye’de adı Ayasofya olan dokuz kilise var.” şeklinde yazar ve İstanbul’daki Ayasofya dışındaki kiliselerin yerlerini “Edirne, Kırklareli, İstanbul, Trabzon, Gümüşhane, Zonguldak, Bitlis ve İznik” olarak sıralar. Yazının devamında ise, Zonguldak başlığı altında “5. yüzyılda II. Theodosios döneminde inşa edildiği bilinen yapının Ereğli’nin alınmasından sonra Orhan Gazi tarafından camiye çevrildiği tahmin ediliyor. Günümüzde Orta Cami adıyla kullanılıyor.” şeklinde açıklama yapar.

Yaptığımız araştırmada hâlen Kastamonu Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölüm Başkanı olan Doç. Dr. Ersoy Soydan’ın 2013 yılında yakında yayımlanacağı ifade edilen ‘Türkiye’de Kilise ve Manastırlar’ adlı eseri hakkında ne üniversite internet sitesinde, ne bilimsel yayınları içeren internet sitelerinde, ne de kitabevlerinde herhangi bir ipucuna rastlayamadık.

Haberde anlatılan kilisenin inşa dönemine ait bilgiler doğruydu, ancak ‘Ayasofya’ adı nereden çıkarılmıştı, anlaşılır gibi değildi.

Bu haberin ardından, kendisini “tarihçi” sıfatına koyan bazı kişiler tarafından internet ortamında olay, tabiri caizse “ayyuka çıkarıldı” ve Ereğli’nin Orhan Gazi zamanında fetihle ele geçirildiği savlarına da destek yapılmak istendi.

Antik dönem mimarlığının ayakta kalmış en muhteşem eserlerinden biri olan İstanbul’daki Ayasofya’nın nâmını paylaşmak amaçlı olduğunu düşündüğüm bu tür iddialar, tarihsel kaynaklarca doğrulanmıyor.

Erken cumhuriyet döneminde çok doğru bir kararla müzeye çevrilmiş, ancak geçtiğimiz yıllarda tekrar cami statüsüne sokularak ibadete açılmış olan Ayasofya’nın yerindeki ilk kilise Hristiyanlığı imparatorluğun resmî dini ilan eden Roma imparatoru Büyük Konstantin (Bizans’ın ilk imparatoru I. Constantinus) tarafından yaptırılmaya başlanmış ve oğlu II. Constantius döneminde tamamlanarak 15 Şubat 360’ta açılışı gerçekleştirilmiştir. Adı “Büyük Kilise” anlamına gelen ilk kilisenin bir Artemis Tapınağı üzerine inşa edildiği bilinmekte, ancak bu yapıdan günümüze ulaşan bir kalıntı bulunmamaktadır. 404 yılında çıkan isyanlar sonucu ahşap bir yapı olan bu ilk kilisenin yakılıp yıkılmasından sonra, imparator II. Theodosius bugünkü Ayasofya’nın bulunduğu yere ikinci bir kilisenin inşa edilmesi emrini vermiş ve bu kilisenin açılışı da 10 Ekim 415’te gerçekleşmiştir. Mimar Rufinos tarafından inşa edilen bu Ayasofya bazilika planlı, ahşap çatılı ve beş nefliydi. Bu yapı da 13-14 Ocak 532’de Nika ayaklanması sırasında yakılıp yıkılmıştır. Günümüzde var olan üçüncü Ayasofya ise imparator I. Justinianus tarafından öncekilerden çok daha görkemli olarak 532-537 yılları arasında inşa edilmiştir. Yüzyıllar boyunca geçirdiği bir çok onarımın ardından hâlâ ayaktadır.

Bugün Orta Cami olarak bilinen yapı hakkında ilk (ve bildiğimiz kadarıyla ne yazık ki tek) bilimsel yayın sevgili Prof. Dr. Wolfram Hoepfner tarafından doktora tezi kapsamında 1961-62 yıllarında Prof. Karl Dörner’in yönlendirmesiyle yapılan ve 1966 yılında Avusturya Bilimler Akademisi tarafından yayımlanan çalışmadır. Türkçe yayınlanması için ne yazık ki 60 yıl bekledikten sonra Derneğimizin gayretleri sonucu dilimize kazandırılan bu çalışmada Hoepfner, ‘Erken Bizans Bazilikası’ başlığı altında Orta Cami’ye dönüştürülmüş olan yapıya beş sayfa ayırır.

Ba78Şlıksız 2

Wolfram Hoepfner çekimleriyle 1960’ların ilk yıllarında Orta Cami

Wolfram Hoca, öncelikle yapının eski gezginler tarafından kiliseden dönüştürüldüğünü çevresindeki duvarlar nedeniyle anlayamadıklarını, hatta 1701’de kentimize gelen Fransız seyyah de Tournefort’un girişteki Trianus (53-117 arası Roma imparatoru) dönemine ait yazıtın yanlışlıkla komşu bir evin üzerinde olduğunu yazdığını belirtir. Hoepfner’in anlatımına göre, caminin temelini bir kilisenin oluşturduğunu ilk belirten yazar, Tahsin Aygün’dür. Kilise yapısındaki sütun başlıklarının geç imparatorluk dönemine (284-641) ait bir yapıdan alınarak kullanıldıklarını ifade eden Hoepfner, camiye dönüştürülürken yapılan değişiklikleri anlatır ve iki yapının üstüste gösterildiği mimari çizimlerle bunu kavramamızı sağlar.

Bazilikanın yapılış tarihiyle ilgili bir antik çağ tarihçisine, atıfta bulunan Hoepfner, şöyle anlatır: “Bazilika yapısı, tarihi bir olayla bağdaştırılabilir. Bir raporunda Sozomenos, 5. yüzyılın ilk yarısında Herakleia’nın bir depremle harap olduğundan bahseder: II. Theodosius, “bu süreçte zarar görenleri ayağa kaldırmak için” aceleyle kente ulaştı. Varsayılan bu depremde harap olan yapılar arasında, şüphesiz ki, antik tapınakların dönüştürülmesiyle ortaya çıkmış dini yapılar da bulunur. İncelediğimiz bazilika o dönemde, antik yapı elemanlarının kullanılmasıyla inşa edilmiş yeni yapılar arasındadır.”

Wolfram Hoepfner’in Orta Cami hakkındaki metninde ‘Ayasofya’ adı geçmez. Üstelik yararlandığı kaynaklardan Tahsin Hoca’nın kitabında yapı ‘Ayasofya’ olarak ifade edilmesine karşın Hoepfner bu ismi kullanmaz; çünkü başka hiçbir eserde yapıyla ilgili Ayasofya adı geçmemekte ve Hoepfner Hoca muhtemelen Anadolu’da eski Bizans kiliselerinin çoğunun halk arasında ‘Ayasofya’ adıyla anıldıklarını bilmektedir.

Hoepfner, bazilikanın inşa tarihiyle ilgili kesin bir yıl vermese de, antik dönem tarihçilerine dayanarak 400’lü yılların ilk yarısında gerçekleşen büyük bir deprem sonrası yapılmış ya da onarılmış olabileceğini belirtir. Anlatımına göre bazilika, İstanbul’da 415 yılında açılan ve 532 yılında Nika Ayaklanmasında yakılıp yıkılmış olan Ayasofya ile aynı dönemde yapılmış ya da onarılmıştır. Ancak adının ‘Ayasofya’ olduğuna dair hiçbir tarihi kayıt yoktur.

Hoepfner Hoca’nın anlatımında bir nokta daha dikkati çeker: Sözkonusu bazilika, antik bir tapınaktan dönüştürülerek yapılmış bir kilisedir. Anadolu’da çok tanrılı dönemde tapınak olarak kullanılmış bir çok yapının yerini kilise yapılarının aldığı bilinen bir gerçektir. Orta Cami’nin dönüştürüldüğü bazilikanın da daha önceleri bir tapınak olma ihtimali yüksektir.

Bazilika inşa edilirken kentte artık kullanılmayan ve harabe halindeki antik dönem yapılarından alınan parçalar kullanılmıştır. Hoepfner’in tezinin ana konusunu oluşturan ve kentin değişik noktalarında bir çok yapıda parçaları kullanılmış olan antik yapı bugün Kızkapısı çevresinde olduğunu saptadığı ve M.S. 2. yüzyıl yakınlarında inşa edildiğini düşündüğü bir kamu binasıdır. Muhtemelen 5. yüzyıldaki büyük depremde yıkılan binanın sütun ve bazı sütun başlıklarının o tarihte yeniden yapılan ya da onarılan bazilikada kullanıldığını stil özelliklerine dayanarak kanıtlar. Bu yapının bazı parçaları on dört yüzyıl sonra 1880’ler Ereğli’sinin önemli kişiliği Halil Paşa’nın bugün Ereğli Müzesi olarak kullanılan konağında ve yaptırdığı camide de kullanılmıştır. Aynı yapıya ait antik dönem tanrı ve tanrıça figürlerini içeren sütun başlıkları ise, dönemin inanış ve anlayışının sonucu olarak çarşıda yapılan bir binanın temel taşı olmaya lâyık görülmüş ve çok ilginçtir ki, Hoepfner ve ekibinin Ereğli’de bulundukları yıllarda yıkılan bu binanın temelinde tekrar ortaya çıkarak bugün Ereğli Müzesi’nin bahçesindeki yerlerini almışlardır.

* * *

Wolfram Hoepfner’in tezini hazırladığı dönemde henüz yayımlanmamış olan bir el yazmasına, Seyahatnamelerde Ereğli çalışması sürecinde ulaştık. Litvanya kökenli Amerikalı tarihçi George P. Majeska 1984 yılında yayımladığı Russian Travelers to Constantinople in the Fourteenth and Fifteenth Centuries adlı eserinde 15-23 Haziran 1389 tarihinde kentimizde bulunmuş olan Smolensk’li Ignatius adlı bir Rus rahibin el yazmasından söz ediyordu. Bugüne kadar saptadığımız Ereğli’den söz eden en eski seyahatname olan bu eserdeki anlatımda, o zamanki adıyla ‘Pontorachia’ birkaç satırla yer alır, ancak bu birkaç satır ele aldığımız konuyla ilgili çok önemli bir bilgi verir:

Salı günü [15 Haziran 1389] Pontorachia’yı geçtik, ancak Çarşamba günü ters bir rüzgâr bizi sürükleyerek dokuz gün kaldığımız Pontorachia’ya geri getirdi. Aziz Theodore Tyro kilisesi buradadır. Mezarı burada şehadet mertebesine ulaştığından beri [kilisenin] içerisindedir. Vaftizci Aziz John’un doğum gününde [24 Haziran] caïque’larla burayı terk edip Konstantinopolis için yola çıktık.

‘Pontorachia’ sözcüğünün Ceneviz dilinde ‘Herakleia Pontike’ yerine kullanıldığını ve o dönem Ceneviz haritalarında ve bir çok yazılı eserde kentimizin bu isimle geçtiğini not edelim ve aynı seyahatnamenin 1889 basımı Fransızca bir çevirisinden Türkçeleştirdiğimiz metni de verelim:

Salı günü Pandoraklia’yı geçtik. Çarşamba günü, rüzgâr çok ters bir şekle dönüştü ve dokuz gün kaldığımız Pandoraklia’ya geri döndük. Burada, şehit olduğu yere inşa edilmiş olan ve onun mezarını da içeren Théodore Tiron kilisesi vardır. Buradan küçük bir tekneyle Constantinople’a doğru yola çıktık.

Her iki metin, esas itibarıyla önemli bir farklılık içermez. Sadece ikinci metinde, Tyro[Fransızca metinde Tiron]’nun şehit olduğu yerde adının verildiği kilisenin yapıldığı vurgusu daha öne çıkar.

Burada sözü edilen kilise, hiç kuşkusuz Orta Cami’ye dönüştürülmüş olan kilisedir.

Kiliseye adını vermiş olan Aziz Theodore’dan biraz söz edelim. Öncelikle, azizin adı konusunda bir karışıklık söz konusu. Heraklea’da şehit olan Aziz Theodore, “Theodore Tyro” olarak değil, “Theodore Stratelates” adıyla anılır. Theodore Tyro, 17 Şubat 306 tarihinde şehit olduğu kayıtlı olan Amasyalı başka bir azizin adıdır. Heraklea’da mezarı olduğu belirtilen Theodore Stratelates’in 281-319 yılları arasında yaşadığı bilinir. Bu iki Azizin birbirine çok karıştırıldığı ilgili metinlerde de belirtilir.

03-11

Hristiyan azizleriyle ilgili metinlerde Theodore Stratelates şöyle anlatılır:

Büyük Şehit Theodore Stratelates, Küçük Asya'daki Euchaita (Ahlat) kenti kökenlidir. Birçok yeteneğe sahipti ve görünüşü yakışıklıydı. Yardımseverliği yüzünden Tanrı, Hristiyan gerçeği bilgisi ile onu aydınlattı. Aziz askerin cesareti, Tanrı'nın yardımıyla Euchaita'nın eteklerinde bir uçurumda yaşayan, birçok insan ve hayvanı yutarak bölgeyi korkutmuş olan dev bir yılanı öldürmesiyle ortaya çıktı.

Cesaretinden dolayı Aziz Theodore, Heraclea kentinde askeri komutan [Stratelus] olarak atandı, burada askerlik hizmetini, çevredeki putperestler arasında Müjde'yi vaaz etmekle birleştirdi. Kendi kişisel Hristiyan yaşamı örneği ile pekiştirdiği ikna çabası, insanların sahte tanrılarından vaz geçerek Hristiyanlığı kabul etmelerine yol açtı. Kısa süre sonra, neredeyse Heraklea'nın tamamı Hristiyanlığı kabul etmişti.

Çocuk kitabı ve bağış karşılığında davalık olmaktan kurtuldu
Çocuk kitabı ve bağış karşılığında davalık olmaktan kurtuldu
İçeriği Görüntüle

Bu dönemde Roma İmparatoru Licinius (311-324) Hıristiyanlara karşı sert bir zulüm başlatmıştı. Licinius, Aziz Theodore'u putlara kurban sunmaya zorlamaya çalıştı. Aziz, Licinius'u putlarıyla birlikte gelmeye davet etti, böylece her ikisi de kurban sunabilirdi. Hristiyanlığa duyduğu nefretiyle kör olan Licinius, azizin sözlerine güveniyordu ama hayal kırıklığına uğradı. Aziz Theodore altın ve gümüş heykelleri parçalara ayırdı ve fakirlere dağıttı. Böylece ruhsuz putlara boşuna inancın anlamsızlığını gösterdi ve aynı zamanda Hıristiyan yoksullara sadaka dağıtmış oldu.

Aziz Theodore bunun üzerine tutuklandı, şiddetli ve yoğun işkenceye maruz kaldı. Yerlerde sürüklendi, demir çubuklarla dövüldü, vücudu keskin sivri uçlarla delindi, ateşle yakıldı ve gözleri oyuldu. Sonunda çarmıha gerildi.

Bununla birlikte, Tanrı, Büyük rahmetinde, St Theodore'un ölümünün, yakındakiler için hayatı kadar verimli olması gerektiğini söylemişti. Bir melek, azizin yaralı bedenini iyileştirdi ve onu haçtan aşağı indirdi.

Sabah, imparatorluk askerleri onu canlı ve zarar görmemiş olarak karşılarında görünce, Hıristiyan Tanrı'nın sonsuz kudretine inanıp vaftiz olarak Hristiyanlığı kabul ettiler.

İsa Mesih için şehadetten kaçmak istemeyen, Aziz Theodore gönüllü olarak Licinius'a teslim oldu. İmparatorun emriyle, boynu vurularak öldürüldü. 8 Şubat 319'da, cumartesi günü, günün üçüncü saatinde ölümü gerçekleşti.

Aziz Theodore, askerlerin koruyucu azizi olarak kabul edilir.

Heraklealı Aziz Theodore (Theodore Stratelates)

14. yüzyılda, Rusya’nın Smolensk kentinden Konstantinopolis’e doğru giderken fırtına sonucu kentimize sığınan Rus rahibin seyahatnamesinden edindiğimiz bilgiler bunlar.

Aynı eser, Ereğli’nin Osmanlı egemenliğine geçmesiyle ilgili ipucu verebilecek çok ilginç bir anlatım da içeriyor.

Seyahatnamede Pontorachia’dan ayrıldıklarından sonraki bölüm şöyledir:

Cuma sabahı Diospolis [Akçakoca] şehrini geçtik, ve Cumartesi günü Sangarius [Sakarya] nehrinin ağzına ulaştık. Pazar günü Daphnousias[Kefken], Karphia [Kerpe] şehrini geçtik ve metropolitin Sırp Prensi Lazar’a saldıran Murad’dan gelen haberleri beklemek için durduğu Astrabike şehrine [Kerpe ile Şile arasında bugün var olmayan bir Bizans kenti] vardık. Hem Murad’ın hem de Lazar’ın savaşta öldüğü haberleri dolaşıyordu. Türk devleti sınırları içinde olduğumuz için, herhangi bir sıkıntıya neden olmamak için metropolit keşiş Michael’i görevden azletti.

Bu noktaya bir dipnot koyan Majeska, şöyle yazar:

Gerçekten de 15 Haziran 1389’da Sırbistan’da Kosovo Polje’de ordularının karşılaştığı savaşta Osmanlı Sultanı I. Murat ve Sırp Prensi Lazar öldürülmüşlerdir. Savaş, Sırbistan’ın bağımsızlığının sonunu getirir. Savaşın bitiş tarihiyle Astrabike’de Metropolit Pimen’in haberi alış tarihi arasındaki on iki gün haberin o dönem şartlarında ulaşması için yeterli bir zamandır.

Burada sözü edilen, tarihimizde I. Kosova Muharebesi olarak geçen savaştır ve Osmanlı’nın Avrupa’da kalıcı olmasını sağlayan çok önemli bir olaydır. Anlatımın bizi ilgilendiren yönü ise, Rahip Ignatius’un bu haberi aldıklarını anlatırken birlikte seyahat ettikleri Rus Metropolitinin “Türk devleti sınırları içinde oldukları için” almak zorunda olduğu bazı tedbirlerden söz etmesidir. Oysa Pontorachia’da geçirdikleri dönem için ne böyle bir ifade kullanır, ne de kentin Türk egemenliğinde olduğundan söz eder.

Smolensk’li Ignatius’tan 15 yıl sonra, 1404 yılının Mart ayında kentimize gene bir fırtına sonucu sığınmak zorunda kalan İspanyol elçi Ruy Gonjales de Clavijo’nun seyahathamesinde Pontoraquia şöyle anlatılır: “Sonraki Pazar günü, akşamüstü Türk sultanının en büyük oğlu Süleyman Çelebi’ye ait olan Pontoraquia adlı bir Türk şehrinin yakınında bir limana vardılar. Pazartesi rüzgarın uygun olmaması nedeniyle burada konaklamak zorunda kaldılar. Pontoraquia şehri en yükseğinin üzerinde çok sağlam ve güçlü bir kale olan birkaç tepenin üzerinde kurulmuştur. Nüfusu az ve halkı az sayıda Türk hariç tamamen Rum olan şehir bir süre önce Konstantinopolis İmparatoruna aitti. Bize anlatıldığına göre, yaklaşık aşağı yukarı otuz yıl kadar önce Konstantinopolis İmparatoru burayı Süleyman Çelebi’nin babası olan Türk Sultanına binlerce duka karşılığında satmış.” ifadesini kullanır.

Buradan çıkartmamız gereken sonuç, Pontorachia’nın Osmanlı egemenliğine 1390’dan sonra, bazı “tarihçi”lerin iddialarının aksine Orhan Gazi tarafından yapılan bir fetihle değil; Yıldırım Bayezid devrinde Bizans’ın o dönemdeki güçsüzlüğü sonucu satın alma yoluyla geçtiğidir.

* * *

Sonuç olarak belirtmemiz gereken en önemli konu, hamâsi anlayışla ve belgelere dayanmadan oluşturulan tarih anlatılarının doğru olmadığıdır. Ne Orta Cami, ‘Türkiye’deki İlk Ayasofya Kilisesi’dir, ne de Ereğli Osmanlı’ya Orhan Gazi döneminde yapılan bir fetihle geçmiştir. Türkiye’deki binlerce yıllık Bizans kiliselerinin erken cumhuriyet döneminde müzeye çevrilmeleri kararından dönülerek tekrar cami olarak kullanıma açılmaları bu yapıların taşıdıkları kültürel miras değerine yapılmış açık bir saldırı olarak değerlendirilmesi ve asla onaylanmaması gereken bir karardır. Orta Cami’nin kültürel miras açısından değerini “aynı noktada antik dönem tapınaklarından bugüne üç bin yıldır devam eden bir ibadet yeri” olarak anlatmak yerine “Ayasofya idi, Orhan Gazi camiye çevirdi” demek günümüz hâkim anlayışına uygundur ancak tarih bilimi ve etik olma açısından ne kadar doğrudur, tartışılır.

#karadenizereğli #ortacami #ayasofya #sadunduran #müze #istanbulbelediyesi #vatikan #turizmbakanlığı

Muhabir: Mustafa Kemal Bektaş