Güneşli bir bahar sabahı. Balkona çıkıyorum. Saksılarda sardunyalar, begonya, mercan çiçek açmışlar. Karımın özenle baktığı begonvil ile Melisa da çiçeğe durmuş. Karşı yakaya kaydırıyorum bakışlarımı. Kuzguncuk’taki Fethi Paşa Korusu yeşilin çeşitli tonları ile bezenmiş.. Eski İstanbul’u anımsatırcasına erguvan ağaçlarından öbekler seçiliyor arada. Sahi! Şehir henüz bu denli büyümediği, betonlaşmadığı, gökdelenler güneş ışığını böylesine kesmediği zamanlarda, ne çok yeşil, ne çok ağaç ve çiçek vardı İstanbul’da. Cadde ve sokakları ıhlamur, atkestanesi, çınar, akasya ağaçları süslerdi. Düşünüyorum da teknoloji çağında kötü bir sınav verdi diyorum insanlık. Mahalleler, şehirler birer birer yutuluverdi. Yerini doğayı hiçe sayan yapay bir yerleşim teknolojisi sardı. Şimdi teraslarında bitki yetiştirilmeye çalışılan çok katlı binalarda komşuluğun, insan ilişkilerinin de sonu geliyor. Giderek lüks içinde yalnızlaşan insan modeli şehri çepçevre sarıyor. Parkların yerini de şimdi otomobil yığınlarından oluşan otoparklar. Kaldırımlar da yaya için değil otomobillerin parkı için düzenleniyor.
Artık baharın geldiğinin farkına varabilmek de şehir yaşamının hır gürü içinde pek mümkün görünmüyor. Şimdi balkondan karşıya baktığımda yeşillenen koruların tepelerinde insan beğenisine aykırı gelişi güzel yapıların çürük diş gibi sırıtıveren yapılaşmalara takılıyorum. Doğanın cömertliğine karşı işlenmiş bir suç diye düşünmeden edemiyorum.
Yerküre ısınıyor, buzullar eriyor, doğal afetler, kuraklık, değişen mevsim koşulları gelecek için kötü sinyaller veriyor... İnsanlığın yakın bir gelecekte büyük bir doğal afetle karşılaşması kaçınılmaz diyor bilim insanları. Gezegenimizin çölleştiğini, buzulların erimeye başladığını, insanlığı zorlu bir dönemin beklediğini duraksamaksızın anlatmaya çalışıyor bilim insanları. İşte temel gıda maddeleri üretiminde sorun bir kâbus gibi çökmeye başladı insanlığın üstüne. Nâzım Hikmet’in “Büyük İnsanlığı “açlıkla, yoksunlukla boğuşmakta.
Kara Afrika’da, Asya’da, Güney Amerika’da halkların gıda tüketimindeki sıkıntısı “açlık” boyutlarına ulaştı bilimsel veriler ürkütücü. Yalnız son bir yıl içinde Afrika Kıtası’nda kuraklık sonucu her yaştan 10 milyonu aşkın insanın olumsuz etkilendiği, susuzluk ve açlığın her gün biraz daha büyüdüğünü haykırıyor insanlığa. Susuzluktan kavrulan toprakları, haritalardan silinen ormanlık alanları bir bir yok olan, kutuplarda buzulların eridiği, bir gezegenden söz ediyoruz. Bizlerin gezegeninden… Dünyanın dört bir yanında da çevreyi, doğanın ve canlı türünün geleceğinden kaygı duyan bilim insanları, çevreci kuruluşlar, sorumluluk bilincini yitirmemiş yazar, çizer ve aydınlar ellerinden geldiğince bireyleri, toplumları uyarma telaşı içindeler. Çocuklarımıza, torunlarımıza, torunlarımızın çocuklarına nasıl bir dünya bırakmaya hazırlandığımızı öğrenebilelim diye.
Bahar için olumlu bir yazı amaçladım. Ama yazı bu, bir yerde gerçekleri halının altına süpüremiyorsunuz. Gelin, yaza yaklaştığımız şu günlerde Nisan ayında yitirdiğimiz Oktay Rifat’tan bir şiirle bağlayalım yazıyı. Usta şairin dizelerinde deniz özlemini tadalım..

“Eski Güneş”                             

Burnumla ayırdım tüyünü dalganın,
Midyenin içi gibi aldım ağzıma;
Bulutların kokusu doldu genzime.
Bir salkım üzüm gibi ezdim, dişledim,
Tükürdüm aydınlığı. Kanım dışımda
İçimde. İçimde dirilen martılar,
İçimde eski güneş çığlık çığlığa.