Yerlisiyle, yabancısıyla kimi sanatçılar önemli izler bırakır ardımızda. Bir “keşke” sözcüğünü atamazsınız içinizden. “Keşke” dersiniz sağlığında yüz yüze konuşma şansını yakalayabilseydim. “Keşke yazdığı metinleri tartışıp ona şükranlarımı sunabilseydim, keşke tuvalinden dökülen renkleri kucaklayabilseydim, ona hayranlık duygularımı ifade edebilseydim.” Ve keşke o güzel dizeleriyle yaşantımı güzelleştiren şairlerim. Uzun uzun hayatı konuşabilseydim. Edebiyatın, sanatın yaşamsal değerine inanan her bireyin aklında böylesi “keşkeler” in yer aldığını düşünüyorum. Elbette benim de yerlisi, yabancısıyla metinlerini başucumdan eksik etmediğim yazarların, şairlerin resimlerini, fotoğraflarını hayranlıkla seyrettiğim sanatçılarım çok. Onları ilk sıraya koyabilmem de olanaksız. İşte bunlardan biridir İlhan Berk. Sanatın hemen her dalında vardır. Ama ille de şiirde, şiirsel metinlerinde bir başkadır İlhan Berk. Onun YKY’den yayımlanan “Kült Kitabı” sık sık yeniden sayfalarını karıştırdığım bir hazinedir benim için.

Geçenlerde yine sayfalarında dolaşırken sinemanın büyük ustalarından Akira Kurosawa’nın (1910-1998) bir tümcesine rastladım. İlgimi çekti. Şöyle diyor ünlü yönetmen: “Ben 77 yaşımdayım ve gerçek çalışmalarımın yeni başlamakta olduğuna inanıyorum. İnsan yaşamı sona ermeden yeniden bebekliğe döner.”  Bu sözlerin altına şu notu düşmüş İlhan Berk (1918-2008)  “Her kitapta bu duyguyu yaşıyorum ben.” Sanatçının yaşı olmuyor elbette. Sanatın da yaşının olmadığı gibi. Ne mutlu ki yaşına aldırmaksızın dirençle çalışan, üreten bizim kuşaktan hatta bir önceki kuşaktan dostlar var çevremde. Yazıyorlar, çiziyorlar, sinema, belgesel çekiyorlar, tiyatroya emek veriyorlar, fotoğraf, resim sergileri açıyorlar. Onların varlığı güç veriyor, dostlukları gönendiriyor. Olanak buldukça genç arkadaşlarıma onları örnek gösteriyorum. “Beyninizi genç tutun, gençlikte ihtiyarlatmayın” diyorum. Dijital ortamda kolaylıkla önünüze indiriliveren bilgilere araştırmadan, irdelemeden, doğruluğunu içinize sindirmeden asla inanmayın diyorum. Özellikle gençlerin, sistemin tek tip insan yaratma çabalarına izin vermemeleri önemli. Aykırı olmak yaratıcılığın da itici gücüdür, unutulmamalı…

Uzun süredir içinde çalkalanıp durduğumuz bunalımlı toplum psikozundan sıyrılmanın sözler kadar basit olmadığını biliyorum. ’50’li yıllardan başlayarak kaderci, birbirini sevmeyen, gençleri potansiyel tehlike olarak gören bir topluluk inşası için kollar sıvandı. “Vatan Cepheleri” böyle kuruldu. Cadı avlarına böyle çıkıldı. Solcuları gammazlamak, azınlıkları tehdit etmek, yıldırmak yurtseverlik sayıldı. Birbiri peşi sıra gelen darbe dönemlerinde de değişen bir şey olmadı ülkede. Çok kan döküldü. Barış isteyenler kovuşturuldu, savaştan, çatışmadan çıkar elde edenler kollandı. Emekçi, yoksul hep daha yoksullaştı, varsıl kesim ise hep daha zenginleşti. İktidarlar halkların değil, sermayenin iktidarları olageldi. Şimdilerde cami avlularında, kahvehanelerde, ekranlarda her şeyden yakınan, birbirini sevmeyen, nefret söylemini diline pelesenk etmiş, ayrımcı, şiddetsever bir topluluk görüntümüz var. Ulusal sevinçleri çoktan yitirdik. Sanki Montaigne yıllar ötesinden bizim topluma ayna tutuyor. Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisinden “Dırdırcılar” metnine bir göz atalım:“ Mızmız, dırdırcı insanları hiç sevmem, bu insanlar yaşamanın sevinçlerine yan çizer, dertlere can atar, dertlerle kaynaşırlar, sinekler gibi, cilalı pırıl pırıl yerlerde tutunamaz, pürtüklü, pürüzlü yerlere abanır, oralarda rahat ederler, ya da sülükler gibi kara kan içer, kanla beslenirler.”

Dayatmacı sistemlerin bu türden insanlarla toplumda yaratmak istedikleri bunalımlı havadan,  kaostan çıkmanın yolu elimizde. Ülkede, dünyada barışı savunan, daha adil daha yaşanası bir dünya için uğraş veren, güçlüklere göğüs geren nice aydınlık insanımız var. İnsanlığı umuda, güzelliğe taşımaya hazır nice sanat ve yazın erbabı. Bunlardan biridir Nâzım Hikmet de. Yaşamı sevdirir, umuda yelken açmamızı sağlar. Ustanın “Yaşamaya Dair”  şiiriyle sonlayalım yazıyı:

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi meselâ,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derece öylesine ki,
meselâ kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için
yaşamak yani ağır bastığından.