Üç haftayı bulan bir tatilden dönüşün pek de keyifli olmadığını söylemeliyim. Tatil boyunca bedenim dinlendi. Ama kafaca hep yorgun kaldım. Şimdi siz okurlarla paylaşmak istediğim o kadar çok konu var ki, hangisinden başlayayım diye düşünüp duruyorum. Gelin biz saray bürokratlarının gazeteciler üzerindeki giderek artırdıkları baskı ve hedef gösterme biçiminde ortaya çıkan çalışmalarından söz edelim. Ve elbette yılların gazetecisi Merdan Yanardağ’ın sudan sebeplerle Silivri’ye gönderilmesine vesile olan terör hikayesinden. Öncelikle terör kavramı üzerinde durmak gerekiyor. Mesela bu topraklarda insanların aykırı düşünceleri, düşünceyi ifade özgürlükleri terör kavramı içinde yer buluyor da; suçunun ne olduğunu bilmeden insanları cezaevlerinde aylarca tutmak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin çeşitli kararlarını görmezden gelmek bir devlet terörü olmuyor mu? Hükümet çevrelerine sorarsanız günümüz Türkiye’si ileri demokrasi içinde dış dünyanın kıskançlıkla izlediği bir ülkedir. Varsın temel hak ve özgürlükler kısıtlanmış olsun, çok seslilik yerine tek sesli bir toplum yaratılmış olsun, çalışanların sendikal hakları ellerinden alınmış olsun, emekçiler, dar gelirliler yoksulluk sınırında hayatlarını sürdürmeye çabalasınlar. Kadına yönelik eşitsizlik ve zorbalık süredursun biz yine de mutlu olmalıyız. Çünkü Avrupa bize bütün bu koşullarla rağmen gıpta ediyor.

Toplumda kuşku, endişe ve korku yaratmakta AKP uzmanları gerçekten çok başarılı. Kendi çevremden bakıyorum en aklı başında hak ve özgürlüklere tutkuyla bağlı izlenimini veren bireyler bile bazı konularda öylesine sinik davranıyorlar ki şaşmamak elde değil. Muhalefet derseniz ortada ama varlığı yok hükmünde. Milletvekilliklerini aldılar şimdi paşa paşa oturuyorlar. Sessiz, sakin ve suskun. Ana muhalefet partisi “değişim” kavgasına düşmüş. Yıllardır sosyal demokrat bile olamayan, laik sözcüğünü bile ağızlarına alamayan bir partide değişim olsa ne olur, olmasa ne olur. Alt tarafı Ahmet gider Mehmet gelir. Ama düzen partisi olmaktan bir adım öteye gidemez. Tabii ki bu benim görüşüm. Kendilerine sosyalist diyen partiler ise umarım bu seçimden gerçekten önemli dersler çıkarabilmişlerdir. Hasılı ülkenin manzara-i umumiyesi şimdilik böyle. Halkın haber alma özgürlüğü için kala kala bir avuç gazeteci kaldı. Onlar da okurların habere erişebilmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Doğrusu onlarla da bu koşullarda gurur duymak düşüyor bize. Ve de çalışmalarını desteklemek. İyi ki varlar, iyi ki bu zorlu ve zorbalık döneminde yazmayı, çizmeyi doğruları anlatmayı sürdürüyorlar.

Sevgili Merdan’a geçmiş olsun diyelim. Arkadaşımız bir gazeteci olarak bu haksız, hukuksuz muameleye ilk kez uğramıyor. Tabii yalnız Merdan değil Türkiye hâlâ aydınların içeri tıkıldığı, iktidar muhaliflerinin fişlendiği koca bir cezaevi. Bu bizi yıldırıyor mu? Elbette hayır. Er geç bu ülke bir gün aydınlığa çıkacak.

Bu yazıya Edip Cansever’in beş ayrı bölümden oluşan “Amerikan Bilardosuyla Penguen!” şiirlerinden birincisini sizlerle paylaşmak istiyorum. Büyük ustayı anarak.

I
Elleri el gibi kocaman
Beyazda bir nokta gibi kocaman
Kocaman boşluğun küçülttüğü her şey gibi
Biriyle kendini artırıyor durmadan
Biriyle koyunlar gibi güdüyor ötekini
Ayaklarını gizliyor bir köpekle
Evine dönerken sonsuza geçen
Göğü kullanıyorken maviye
Günümüzden sesler alıyor, sesleri
Sürekli, dingin, acısız
Acımaktan kurtulmuş yerlerine
Sonra duvardan duvara çizilerek
Ölü bir korkunçluğu taşıyor
Sen, hey, duvarlar gibi öldürülmek!
En yeni tam-tamları dünyamızın
Ya da kendiyle bırakılması insanın
Sizi
Sizleri selamlıyor işte.

Doğrusu elinizden ne gelir ki
Siz dolgun yaşamaya bakın günleri.