Kemal Tahir (1910-1973) yazınımızın usta kalemlerinden biriydi. O da Orhan Kemal gibi Nazım Hikmet’in rahle-i tedrisinden geçmişti. Yazılarının devleti rahatsız ettiği kimi zamanlarda kendisini cezaevinde bulmuştu. Gençliğimde okuduğum Devlet Ana romanı Osmanlı’nın küçük bir beylikten nasıl bir imparatorluğa dönüştüğünün uzun hikayesidir. Kemal Tahir’in renkli üslubuyla bu uzun soluklu romanı severek okumuş, gençliğin verdiği cesaretle kendi payıma bir takım dersler de çıkarmıştım. Türkiye’nin erkek egemen toplumunda devlete Ana diye seslenen bir yazar önemlidir kanımca. Çünkü kadın yaratıcıdır. Erkekse buyurucudur. Onun için siyasetçilerimiz Devlet Baba demekten hoşlanırlar. Meydanlarda Devlet Baba’ya güvenin diye bağırırlar. Ama yurttaşlarını bir ana gibi kucaklamakta sürekli beceriksizlik gösterirler.
Bu devlet konusuna girdim çünkü tanıklık ettiğim bazı devlet ayıplarına karşı bir şeyler yazmam gerekliğini düşündüm. Ülkemde devlet sert bir baba gibidir. Yurttaşlarını sever görünür ama asla kucaklamaz, asla sorunlarını çözmeye yardımcı olmaz. Devlet kutsaldır. Yurttaşlarını döver, cezalandırır, fikirlerini özgürce söylemesine karşı çıkar. Devlet için iyi yurttaş biat eden, devlet ne veriyorsa onunla yetinen uslu çocuklar demektir. Yaramazlık yapan yurttaşların ise cezalardan ceza seçmesi olağandır. 1971’de Türkiye’de bir askeri darbe olur. Askeri darbe ülkeyi demokrat kişilerden oluşan bir beyin takımıyla yöneteceğini ilan eder. Ama ne tuhaftır ki darbenin asıl amacı fazla uzamadan o yıllarda ortaya çıkacaktır. Üniversiteli genç insanlar dünyayı saran 68 gençliğinin heyecanını getirmişlerdir ülkeye. Ülke için bağımsızlık istemektedirler. Dış güçlere karşı Cumhuriyetin kazanımlarını korumak istemektedirler. Üniversitelerde bilimsel özgürlüğü savunmaktadırlar. Bütün bu gençlik istekleri için 12 Mart’lar birer ölüm ve zulüm tarihleridir. Devlet Ana değil ama Devlet Baba üniversitelilerin bu çıkışını hiç affetmeyecektir. Üniversitelerin en zeki, en donanımlı aydınlık gençleri hedefe konur. Sinan Cemgil’le başlayan yargısız infaz olayları Deniz Gezmiş’lerle Mahir ve Ulaş’larla sürüp gider. Pek çoğu öldürülür. Devlet Baba’nın rejimlerinde, değil devlete karşı eylem koymanın, konuşmanın, yazmanın bile bedeli çok ağırdır. 12 Mart’tan günümüze kadar bazen askeri, bazen sivil darbelerle Cumhuriyetin kazanımları bir bir ortadan kaldırılırken gençlerin potansiyel suçlu olarak damgalanması da hiç kesintisiz sürmektedir.
Günümüzde siyasetin bir çıkmaz sokakta olduğunu görüyoruz. Savaşın barıştan, nefretin sevgiden, gücün şefkatten daha iyi olduğunun anlatıldığı bir ortamda nasıl bir çağdan geçtiğimizi fark edemiyoruz. Kadına şiddet sürüyor. Sığınmacılar düşman ilan edilirken dünyada göçlerin artmasına neden olan anamal düzeninden kimse söz etmiyor. Irkçılık her gün biraz daha büyüyor. Sonuç mu? Doğrusu bu çağ dışı ortamda bizlere söyleyecek, yazacak pek bir şey kalmıyor.
Dünya yazınının büyük ustalarından Jacques Prevert gezegenimizi savaşlara sürükleyen bu siyasi kaosu çok önceden görmüştür. İronik bir dille anlattığı “Harp” şiirini dilimize Can Yücel çevirmiş. Elbette Can’a özgü söyleyişiyle. Birlikte okuyalım.
Yıkıyorsunuz
bire kaz kafalılar
paslı baltanızla hep genç ağaçları
deviriyorsunuz da
Kocamış ağaçları
pörsümüş kökleri çürümüş dişleriyle
tutup esirgiyorsunuz yahu
Bir de üstlerine birer yafta asıp
Yok Hayır ve Şer ağacıymış
yok Hürriyet ağacı
yok Zafer ağacıymış diye
yutturuyorsunuz yahu
Ormanın kelinde leş gibi çürük odun kokarken
alıp başını gitmişken kuşlar
siz kazık kakıp orda marş söylüyorsunuz
siz kazık yutup orda
bire kaz kafalılar
marş söyleyip kaz adımı atıyorsunuz.