19 Ekim 2011 tarihinde Başbakan Tayyip Erdoğan, Başbakan Yardımcıları Bülent Arınç, Beşir Atalay, AK Parti Genel Başkan yardımcıları Hüseyin Çelik ve Ömer Çelik’inde katılımıyla medya kuruluşu sahipleri ve genel yayın yönetmenleri ile Başbakanlık Konutu’nda bir “toplantı” yapmıştı. Bazı basın yayın kuruluşlarının çağrılmamasına toplantıya katılanlardan herhangi bir tepki gelmemişti. Eleştirilerini belirten istisnalar ise zaten istisnaydılar.

 

Genel yayın yönetmeni gazeteciler, patronları ile birlikte Hükümetle toplantılarını yaptılar. 

 

Başbakan terör hakkında medyaya bilgi vermiş ve “Medyamız sorumlu hareket ediyor. Medyamızın bilerek ya da bilmeyerek terörün propagandasına alet olmasını konuştuk. Elbette bir müdahale anlayışında değiliz. Bunu anti demokratik buluruz. Medyanın, halkın haber alma özgürlüğü ile terörün propagandasını yapmak arasında çizgiyi görmesi gerek” demişti. Medyanın eleştirilerini, önerileri ve fikirlerini paylaştıklarını söyleyen Başbakan, “Biz de bunları not ettik. Bu şekilde yeni bir dönemi başlatmış olduk” demeyi de ihmal etmedi. 

 

Gerçekten “not etmek” gerekiyor, çünkü yeni bir dönem başlamış oldu.

 

212 sayılı Basın İş Kanunu olarak bilinen 5953 sayılı “Basın Mesleğinde Çalışanlar ile Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Düzenlenmesi Hakkındaki Kanun” gazeteciler ile yayın sahipleri arasındaki iş ve çalışma koşulları düzenler. Gazetecilerin haberlerini ve yazılarını nasıl yazacaklarını düzenlemez. Böyle bir kanun zaten yoktur ve olamaz.

 

19.10.2011 tarihinden sonra, terör ve şiddet hakkındaki haberlerin ve yazıların nasıl yazılacağını kanunla düzenlesek ve oldu olacak Basın İş Kanununun adını ve hatta içeriğini de değiştirsek, “Basın Mesleğinde Çalışanlar İle Çalıştıranlar ve Yürütme Organı Arasındaki Münasebetlerin Düzenlenmesi Hakkında Kanun” mu desek acaba?

 

Çünkü sadece yayın kuruluşlarının sahipleri ile onları çalıştıran gazeteciler arasındaki münasebetler değil; artık, gazeteciler, yürütme organı ve medya sahipleri arasındaki “münasebetlerin” birlikte düzenlenmesi söz konusudur.

 

Bu münasebetlerin böylece düzenlenmesi, demokrasi ve basın özgürlüğü açısından çeşitli münasebetsizlikler yaratabilir. 

 

Belki de, bu münasebetlerin düzenlenmesiyle önce terör ve şiddet haberleri için “matbuat” kanun dairesinde ve hatta Kanun Hükmünde Kararnamelerde gösterilen ilkelere göre “serbest” olabilir… Sonra sıra diğer haberlere ve yazılara ve gazetecilere gelebilir…

 

Bir “düzenleme” örneği hemen geldi zaten… Anadolu Ajansı (AA), Ajans Haber Türk (AHT), Ankara Haber Ajansı (ANKA), Cihan Haber Ajansı (CİHAN), İhlâs Haber Ajansı (İHA) 21 Ekim 2011 tarihinde ortak bir deklarasyon yayınladı. (21 Ekim 2011. Ajanslar ve Gazeteler)

 

Ajanslar, terör olayları karşısında bazı “ortak yayın ilkeleri” belirlemiş. Bu deklarasyona göre terör ve şiddet olaylarında kamu düzeni dikkate alınacak, korkuya, kaosa, düşmanlığa, paniğe ve yılgınlığa neden olabilecek “yaklaşımlardan” uzak durulacak. Çok daha dikkat çeken bir başka kabul ise "yetkili mercilerin yayın yasağına uyulacak", haber ve görüntüler, “toplumsal fayda ve dayanışma” dikkate alınarak abonelere ulaştırılacak(mış)…

 

Haber ajanslarının “yaklaşımlarından” birisi yetkili mercilerin yayın yasaklarına uyulması ise acaba yetkili merciiler kimlerdir? Yürütme organı mıdır? Yayın yasaklarını kim, ne zaman ve hangi gerekçelerle koyacak? Bu tür yayın yasaklarına itiraz etmek mümkün olmayacak mı? 

 

Yayın yasağı koymak, yasaktır. Aksi, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. Hangi hallerde ve ne zaman yayın yasağı konulacağı ancak ve ancak hukuk yoluyla düzenlenebilir ve yargı kararıyla konabilir. Yayın yasağı demokratik toplum düzenine ve ölçülülük ilkelerine uygun olması koşuluyla hukuka uygundur. Haberlerin daha yayınlanmadan yasaklanması sansürdür.

 

Yayın yasağı koymak bizim yargı düzenimizin en kötü alışkanlıklarındandır.

 

Ama “yetkili mercilerin” koyacağı yayın yasaklarına “uyulacağını” daha başında kabul etmek demek, yasakların benimsenmesidir. Halkın gözü kulağı olan basın, gözünün ve kulağının önceden kapatılmasına evet derse, böyle bir kabul perişanlıktır. 

 

Bu tür alışkanlıkların ve yasakların içselleştirilmesine yönelik her kabul, demokrasiye aykırıdır. Gerçekten “demokratik hukuk devleti”,  halkından saklayacağı “sırrı” ve gizleyecek bir şeyi olmayan devlettir. Güvenlik ve özgürlükler arasındaki dengeyi sağlayamayan her devlet, güvenlik nedeniyle özgürlüklerden vazgeçmeye başladığı andan itibaren, bir gün gelir o ülkede koruyacak hiçbir özgürlük kalmaz.

 

Çünkü artık çağımızın en büyük gerçeği şudur: Halkın bilgi edinme hakkı vardır ve bu hakkın varlığı, halkın gerçekleri öğrenme hakkı nedeniyle vazgeçilmez bir ilkedir. Bu yüzden basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü tüm hak ve özgürlüklerin temelidir, omurgasıdır.

 

Terör ve şiddet olayları için basın mesleğinde çalışanlar ile çalıştıranlar arasındaki münasebetlerin düzenlenmesinde yürütme organının işe karışmasına “evet” diyenlerin acaba “deprem” ile ilgili haberler için de önerileri var mıdır?

 

Adlarının unutulmamasını isterim. Geriye kalan sevdiklerine, gazeteci meslektaşlarına ve yakınlarına sabır dilerken DHA muhabirlerinden Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz’ın görevleri başında ölüm haberlerini nasıl yazmalıyız acaba?  Onlar, gazeteciydiler…

 

Depremde, Bayram Oteli enkazı altında kalanların ölümlerinden kimler sorumludur?