Bilgi çağı deniliyor yüzyılımıza. Bilgiye ulaşmanın elinizin altındaki bir düğmeye basmakla gerçekleşebildiği bir dünyada yaşadığımız anımsatılıyor sıklıkla. Doğru mu? Yoksa tek tip insanlaştırmaya yönelik bir bilgisizleştirme furyasıyla mı karşı karşıyayız? Sömürü üzerine oturttukları stratejileri ile varlıklarını sürdüren “varsıl ülkeler kulübü”  yoksul ülkelere pembe hayallerle yüklü görsel malzeme yığıyor, televizyon,  internet aracılığıyla. Tekellerine aldıkları iletişim ağı ile beyinlerini yıkıyorlar insanların. Renkli, cicili bicili gazete, dergi ve görsel medya malzemesiyle halkların bilgi kanallarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlar. Uluslararası dev ajanslarla dünyanın dört bir yanında halkların bilinçaltına bireyi tek tipleştiren, klişe haberlerle reklam bombardımanıyla beyinleri iğdiş ediyorlar. Paşa gönüllerini tedirgin eden haber ve görüntüler medya tekellerinin becerikli yöntemleriyle bir bir ayıklanıyor. Durum kapitalist düzenin egemen olduğu varsıl ve güçlü ülkelerinin hemen tümünde böyle. Peki, bizde durum ne? Matbaanın Osmanlıya 300 yıl gecikmeyle geldiğini ve bir basın patlamasını ancak 1908 ikinci meşrutiyetinde gerçekleştirmiş ülkemiz bu açığı kapatmakta çok zorlanıyor. Kitaptan, sanattan, bilimden korkan siyasetçilerimiz var şimdilerde.  Cahiliye döneminde yaşamanın güçlükleri bütün ağırlığı ile bu coğrafyada yaşayanların üstünde. Halkların doğru haber alabilme, gerçekleri öğrenme, bilgilenme hakları uzun süredir askıda. Tıpkı hukukun üstünlüğü ilkesi gibi. Tıpkı temel hak ve özgürlükler gibi, tıpkı vicdan özgürlüğü gibi ve tıpkı düşünceyi ifade özgürlüğü gibi. Bu ülkede artık kan akmasın, barış olsun. Demokrasinin onca yıldan sonra yeşermesini sağlayacak bir yöntem bulalım. Günlük ilişkilerimizi kavga ve savaş üzerine değil kardeşlik, karşılıklı saygı üzerine kuralım, insan odaklı eşitlikçi bir anayasamız olsun gibi düşünceleriniz varsa ülkenin tüm demokratları, aydınları gibi bozguncu damgasını yersiniz.  


Bilgi çağında yaşamamıza karşın istatistik verilere baktığımızda dünya ülkelerinde okuma yazma oranlarında gerileme azımsanmayacak boyutlarda. Bizde de öyle. Din temelli eğitim sistemimizle bilimden uzak ezberci bireyler yetiştiriyoruz. Gelin bozgunculuğu sürdürelim. Ya dünyada hızla artan yoksulluk, işsizlik, açlık, çoğalan insanlık suçları, savaşların yok ettiği uygarlıklar, avucumuzdan kayıp gitmekte olan doğamız…


Devlet katının eleştiriye tahammülü yok. Doğruları anlatan, kamuoyunu bilgilendirmeye çalışanlara bozguncu yaftasını yapıştırıyorlar. Kendilerine basın içinde dalkavuklar arıyor, şu bozguncuların hakkından gelmesi için yeni hücum ekipleri kuruyorlar. Ondandır bizlere bozguncu demeleri. “Şurada iki yazı yazıp küpümüzü doldururken yudumlarken, tadımızı kaçırmanın alemi mi var. Bu meseleleri politikacı büyüklerimiz bilir.” Ardından da tehditler gelir. “Bak yoksa sen solcu, terörist falan mısın? Kürtçü falan mısın? Bozguncu n’olacak”


Oysa benim bildiğim en büyük bozguncu edebiyat tarihinin gelmiş geçmiş ünlü tiyatro yazarlarından William Shakespeare’dir. İnsanın, insanlığın trajedilerini, döneminin entrikalarını tiyatro oyunlarının yanı sıra şiirleri ile de yansıtan Shakespeare günümüzde de çok okunan, yapıtları sürekli sahnelenen olağanüstü bir sanatçı. Bakın 16.yüzyıldan günümüze ulaşan sonelerinden biri, çağımızdaki tanıklıklara nasıl da denk düşüyor. Can Yücel’in kendine özgü usta işi çevirisinden okuyalım:

66.SONE.

“ Vazgeçtim bu dünyadan, tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez,
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru, 

O kız oğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e?
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan vazgeçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.”