İletişim araçlarında boy gösteren, televizyon ekranı sayesinde evlerimizin değişmez konukları olanlardan söz ediyorum. Her şeyi biliyorlar. Siyasetten ekonomiye, ekonomiden sağlığa, sağlıktan spora dek her konuda bilgileri var bu insanların. Kimilerinin isimleri önünde doçent, profesör gibi unvanlar da var. Kimileri ise siyasetin içinde bir şarap gibi yıllanmışlar. Söylediklerinin izleyiciler tarafından beğenildiğinden o denli eminler ki zaman zaman karşılarındakini azarlamaktan da geri durmuyorlar. Bazen düşünürüm bu yalnız bizim ülkeye mi özgü bir durum. Sanıyorum daha çok gelişmesini tamamlamamış ülkelere has bir davranış biçimi. Çünkü konuk ister siyaset olsun, ister ekonomi tümünde şoven bir tutum, hamaset ve dine sığınma var. Dinleyenleri bu kavramlarla etkilemeye onların kafalarında algı yaratmaya uğraşıyorlar. Onların konuşmalarının tartışma adabı yok, sadece kendi ezberleri var. Ve de kör inançları…

Dünya edebiyatının deneme türündeki büyük ustası Montaigne yüzyılların gerisinden size seslenirken yakındığımız bu konuya da değinir. “Bilmediğini Söyleyebilme” başlıklı denemesinde şöyle der usta: “Dünyadaki birçok kötülükler, daha cüretle söyleyelim, dünyanın bütün kötülükleri, bizi bilgisizliğimizi açığa vurmaktan kaçınmaya, reddedemediğimiz şeyi kabul etmeye alıştırmalarından geliyor. Her şeyden bilgiççe ve kesinlikle söz ediyoruz. Roma’da bir adet varmış: Bir tanığın gözleriyle gördüğünü söylediği ve bir yargıcın en kesin bilgiyle ortaya koyduğu şeyden bile, bana öyle geliyor ki, diye söz edilirmiş. Olabilecek şeyleri bana hiç şaşmazmış gibi yutturmaya kalktıkları zaman o şeylere karşı nefret uyandırıyorlar bende. Önerilerimizin, küstahlığını yumuşatan şu sözleri severim ben: Olabilir ki, kimi yerde, kimisi, derler ki, sanırım benzeri sözleri. Çocukları eğitecek olsam, kestirip atarca değil şöyle sorarca karşılık vermeye alıştırırdım onları: Ne demek bu? Bundan anlamam, olabilir, doğru mu? On yaşında bilginler gibi konuşacaklarına altmış yaşında öğrenci gibi kalsınlar. Bilgisizlikten kurtulmak isteyenin onu açığa vurması gerekir.”

Ülkede yalan dolanın kol gezdiği, haberlerin maniple edildiği, adalet sistematiğinin yerle bir edildiği, en çok bağıran kişinin haklı görüldüğü bir dönem yaşanıyor. Alçak gönüllülük bilgelere has bir tavırdır. Onurunu korumak, vicdanlı olmak ise insan olmanın en belirgin unsurudur. Onun için içinde debelenip durduğumuz bu cahiliye dönemini aşmamız lazım. Nasıl mı? Gerçeği aramaktan hiç vazgeçmeden bilime daha çok saygı duyarak, daha çok okuyarak düşüncelerimizi daha net ifade ederek ve özgürlüğümüzü her durumda her ortamda savunarak…

Gülten Akın’ın bir şiiriyle sonlayalım yazıyı: “Bir Eski İstanbullu Ağzından İlahi”

Dağlar buzul ve çığdan geçit vermez oldular

Eşkıya asfalta vurdu birer ikişer

Eski sular değil onlar, biraz tortu biraz kan

Durultmaya gücümüz yetmiyor

Nedir yaşlanıyor muyuz?

Konsollarda çifte karpuzlu lambalar hani

Ceviz dolaplarda sırça ve porselen

Esip savurarak, yel mi şeytan mı

Çilehaneleri cezaevlerine dönüştüren

Nedir? Yaşlandıkça düşleniyor muyuz?

Geçer, bir demdir, hüzünler de ezinçler de

Kayalar çözülür, sızar duru sular

Bir kuş konar yorgunluktan bitmiş omuzlarımıza

İnler kendi tuzağına düşmüş avcılar

Nedir? Umutlardan hoşlanıyor muyuz?