1968 yılının kasım ayında evlenmiştik. Henüz geçimimizi rahatlıkla sağlayacak olanaklara sahip değildik. Nurhan’la üç yıl boyunca üniversite kantininde, yollarda, parklarda vakit geçirmekten daralmıştık. Sonuçta evlenelim de bir mekanımız olsun dedik. Mecidiyeköy’de, Ortaklar Caddesi’nin aşağılarında ‘nohut oda bakla sofa’ dedikleri bir eve taşındık. Birimizin aldığı ücret kiraya gidiyordu. Ama yine de çok mutluyduk. Eve taşınalı henüz bir hafta olmuştu. Bir akşamüstü kapı çalındı, açtım, güler yüzlü bir adam kendini takdim etti. “Efendim ben komşunuz Necdet, BP’den emekli Galatasaray’lı Necdet.” “Memnun oldum” demeye fırsat bırakmadan devam etti. Karşı daireyi işaret etti. “Karımla sizi bu akşam yemeğe davet ediyoruz” dedi. Bu apansız davet ve komşunun esprili konuşması şaşırtmıştı. Karımla birbirimize bakıştık yine bana laf bırakmadı. “Abi bir palamut aldım, fırına attım zeytinyağını limonunu da domatesini de koydum. Balığın canına bile okudum. Umarım seversiniz.” Teşekkür ettik davetini kabul ettiğimizi söyledik. Ve apartmandaki ilk komşumuzla böylece tanışmış olduk.

Necdet Bey ve karısının okul çağında çok tatlı bir de çocukları vardı. Gecenin geç saatlerine kadar oturuldu, yenildi, içildi. Necdet Bey’le ve eşiyle dostluğumuz biz Mecidiyeköy’den taşındıktan sonra da sürdü. İstanbul’un çeşitli yerlerinde geziler yaptık, birlikte sohbet olanakları yarattık. Sonra onlar İzmir’e taşındılar, biz de İstanbul’un başka semtlerine. Necdet Bey’i bir kalp krizinden erken zamanda yitirdik.

Eski İstanbul ya da eski Türkiye-yeni Türkiye tartışmaları aklıma geldikçe bir dönemin komşuluklarını da anımsarım. Arkadaşlık, insan sevgisi, hoşgörü ve yardımseverlikle sarmalanmış komşuluklar. Şu içinde yaşantımızı sürdürdüğümüz çarpık kentleşmenin getirdiği büyük yalnızlıkların yaşanmadığı dönemlerdi o günler. Şimdilerde sadece anılarımızda kaldı.

Bir başka komşuluk öyküsünü daha aktarmak isterim. Radyoda çalışıyoruz, ben haberlerde Nurhan da programda. Akşamları birlikte çıkıyoruz. Eve geldiğimiz bir sonbahar akşamı yağmur çiseliyor ve apartmanın hemen yanında bir köşede küçük bir kedi miyavlıyor. Nurhan ‘alalım’ diye tutturdu. ‘Zavallı ıslanıyor yağmurdan ölecek’ dedi. Ben direndim ‘ikimiz de çalışıyoruz, kim bakacak bu garibe’ dedim. Ertesi akşam yine kapının önünde önümüze çıktı yavru kedi, perişan görünüyordu. Bu defa almamak olmazdı. Kediyi eve aldık. Ve ikimizin de pek kedi kültürü yoktu. Kediyi tuttuk şampuanla bir güzel yıkadık. Meğer kedi yıkanmazmış. Ama biz yıkadık ve kedi kendine geldi. Nurhan ona hemen bir yer yaptı. Bir şilte ayarladı. Karnını doyurduk, bir ad koymamız gerekiyordu Süreyya dedik. Ondan sonra Süreyya bizim ayrılmaz parçamız oldu. Hayat durmuyor elbet. TRT’de ücret politikası değişince daha iyi bir eve çıkalım istedik. Bakırköy-Ataköy asfaltına paralel Lami Bey Sokak’ta bahçeli bir ev bulduk. Henüz ’70’li yıllar. Evin bir de çini sobası var. Odun yakıyoruz. Süreyya’nın kumunun, şiltesinin olduğu ayrı bir yeri mutfağın ucunda. Süreyya son derece neşeli, akşam gelince türlü maskaralıklarla karşılıyor bizi. Kısaca keyifler yerinde. Karşı komşumuz yarış atı sahibi ve bir yarış mecmuası çıkaran Dündar isimli bir arkadaş. Daha biz taşındığımızın ilk haftasında ‘Güle güle oturun’a geldiler eşi Kamuran’la. Çok hoş sohbet insanlardı. Birbirimizi sevdik. Renkli televizyonun pek az evde olduğu bir dönemdi. Ne zaman Avrupa’dan bir maç yayını olsa Dündar arar ‘telesafirliğe’ çağırırdı. Bazı hafta sonları da bizi Veli Efendi Hipodromuna götürür ev sahipliği yapardı. Hayatın cilveleri bitmek bilmiyor. Bir gün Süreyya hastalandı. Karım hemen veterinere götürdü. Veterinerin sözleri iç açıcı değildi. Bu cinslerin yaşam süresi kısa olur demişti. Nitekim bir hafta sonra Süreyya’yı kaybettik. Nurhan perişan vaziyetteydi. Durmadan ağlıyordu. Kamuran’la Dündar hemen yetiştiler. Kamuran Nurhan’la meşgul olurken Dündar bahçede Süreyya’ya bir mezar yeri açalım dedi. Bahçeye indik Dündar’la bir çukur kazdık ve Süreyya’yı oraya gömdük. O gece bizi yalnız bırakmadılar. Karım ertesi gün ağlamaktan gözleri şişmiş olarak gözünde kara gözlükler gitti radyoya. Herkes ‘Ne oldu başınız sağolsun’ dedikçe o daha kötü oluyordu. Müzik yayınları Müdürü aynı zamanda Keman Sanatçısı Dr. Erdoğan Saydam odasına çağırmış ve şöyle demiş. “Nurhan Hanım niye bir kedi için ağlamanın ayıp olduğunu düşünüyorsun. O bir canlı ve sizin bir parçanız. Üzülmekte çok haklısınız. Elalemin ne dediğini hiç umursama” Erdoğan Saydam’ın bu sözleri Nurhan’ı rahatlatmıştı. Ama daha sonraki yaşantımızda sevip bağlanacağımız hiçbir hayvanı eve almadık. Dündar’la Kamuran’ın o sımsıcak dostluklarını da hiç unutmadık.

12 Mart 1971 darbesinden sonra devlet erki yeni bir Türkiye inşasına girişti. Özellikle genç insanların potansiyel suçlu görüldüğü ve terörist damgası yediği bir dönem başladı. Yargısız infazlar birbirini izledi. Devletten insanlara birbirlerini ihbar etme çağrısı yapıldı Komşular birbirini ihbar eder oldular. Güzel ve yalnız ülkemin bütün değerleri bir bir kaybolmaya yüz tuttu. 12 Eylül 1980 darbesi ise bu durumu daha da ağır boyutlara taşıdı. Ve derken günümüze gelindi. Yani hakkın, hukukun, düşünceyi ifade özgürlüğünün, insan sevgisinin, doğa sevgisinin, hayvan sevgisinin ortadan kalktığı bir döneme… Şimdilerde herkesin birbirine kuşkuyla baktığı, hayvanları kesip biçtiği, ağaçları, yeşil alanları yok ettiği bir ortama erişti ömrümüz, ne yazık…

Bizlerin kuşağı eski deyince elbet daha çok, acı ama yanı sıra da güzel günleri anımsıyoruz. Bunlardan biri de gençliğimize mutluluk katan bir başka deyişle edebiyat matineleriydi. Yazıyı sonlarken Ahmet Munip Dranas’ın ünlü şiiri geldi aklıma. O matinelerde ne çok okunurdu. “Fahriye Abla” sizlerle paylaşmak istedim.

Hava keskin bir kömür kokusuyIa dolar
Kapanırdı daha gün batmadan kapıIar
Bu afyon ruhu gibi baygın mahalleden
Hayalimde tek çizgi bir sen kaImışsın sen!
Hülyasındaki geniş aydınIığa güIen
Gözlerin, dişlerin ve akpak gerdanınIa
Ne güzeI komşumuzdun sen Fahriye abla

Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi
SarmaşıklarIa balkonu örtük bir evdi
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede
Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede
Bahçede akasyalar açardı baharla
Ne şirin komşumuzdun Fahriye abla

Önce upuzun sonra kesik saçın vardı
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı
İçini gıcıklardı bütün erkekIerin
Altın biIeziklerle doIu bileklerin
Açılırdı rüzgarda kısa eteklerin
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazIa
Ne çapkın komşumuzdun sen Fahriye abla

Gönül verdin derIerdi o delikanlıya
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya
BiImem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın
Hâlâ dağIarı karlı Erzincan’da mısın
Bırak geçmiş günIeri gönIüm hatırlasın
Hatırada kalan şeyIer değişmez zamanda
Ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye abla