Çağımızın gerçek entelektüellerinden biriydi John Berger. Küreselleşmenin alt üst ettiği gezegenin giderek sayıları azalan yüz akı sanatçılarından da biri. 2 Ocak 2017 tarihinde 91 yaşında aramızdan ayrıldığında ardında da yeri kolay doldurulamayacak büyük bir boşluk bıraktı. Yazar, şair, sanat tarihçisi, eleştirmen, senarist sıfatları biyografisinin yalnızca bir bölümünü kapsar. İnsan sevgisi ve doğaya olan tutkusu eserlerinin tümüne yansır. Marksist’tir. Emek sömürüsü, ırk ayrımcılığına uğrayan insanlar için dünyanın dört bir yanında uğraş veren sıkı bir aktivisttir de... İnsanlığın kardeşliğini vurgular, okurlarına yeni ufuklar açar yapıtlarında. Yaşadığımız anı değerlendirelim ister, hiçbir şeyi gözümüzden kaçırmadan...

John Berger çok yönlü bir kişiliğe sahipti. İngiliz kökenli olmasına karşın yaşamının büyük bir bölümünü Avrupa’nın çeşitli kentlerinde ve köylerinde geçirmeyi yeğledi. Kendisini bir dünya yurttaşı olarak tanımlar. Kaleme aldığı bütün yazıları ve kotardığı yapıtları insanlığın aydınlanmasına adanmıştır sanki. 

John Berger’in bir kitabıyla ilk kez tanışmamı Tomris Uyar’ın bir çevirisine borçluyum. Yazarın ülkemizde de çokça okunan “G” adlı romanı. Bunu izleyen “Görme Biçimleri”, “Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı”, “Ve Yüzlerimiz, Kalbim Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü” gibi sanata özgün bakış açısı getiren denemelerini hem tat alarak hem öğrenerek okudum. Ama açıkça beni büyüleyen sanayileşmenin, modernleşmenin kurbanı köy yaşamına destansı bir ağıt niteliği taşıyan ve birbirini tamamlayan üç öykü kitabı oldu. “Domuz Toprak”, “Bir Zamanlar Europa’da”, “Leylak ve Bayrak” 

Yazar, ‘Domuz Toprak’ta köyünde var olmaktan başka kaygı taşımayan, düşleri olmayan ya da düşleri yalnızca köyüyle çevrili bir dünyadan oluşan insanları anlatır. Sımsıcacık öykülerdir bunlar. Okuduğunuzda, özellikle “Lucie Cabrol’un Üç Hayatı” başlıklı öyküde yarattığı Cocadrille tipini uzun süre belleklerinizden silemeyeceksiniz. Öykü kitabının sonunda John Berger’in köylülük üzerine tarihsel nitelik taşıyan önemli bir metni yer alıyor. Berger bu son sözde, köylü hayatının bütünüyle var kalmaya adandığını söylerken şöyle diyor:

“...Şimdi bir buçuk yüzyıldır, köylülerin var kalma konusundaki inatçı yetenekleri, bütün yöneticileri ve kuramcıları şaşırtmaktadır. Günümüzde hala dünyanın büyük çoğunluğunu köylülerin oluşturduğu söylenebilir. Ama bu olgu, bundan çok daha önemli olguyu maskelemektedir. İlk kez varkalmacı sınıf varkalmayabilir. Bir yüzyıl içinde artık hiç köylü kalmayabilir. Batı Avrupa’da, ekonomi planlayıcılarının hesapları doğru çıkarsa, yirmi beş yıl içinde dünyada hiç köylü kalmayacak” 

John Berger adını verdiği üçlemenin ikinci kitabı ‘Bir Zamanlar Europa’da ise Fransız Alpler’inde bir dağ köyünü konu alır. Köylülerin kentlere göçüş sürecine ilişkin öykülerdir bunlar. Yazar geleceği gören bir bilgedir sanki. Kitapta “Bana Bir şey Çal” öykü özellikle sinema günlerini izleyen meraklılara hiç de yabancı gelmeyecek. Üçlemenin son kitabı ise kente yerleşen köylüyü anlatmaktadır. İstanbul gibi metropollerde artık yabancısı olmadığımız varoş edebiyatını (!) bir de John Berger’in açısından bakmak gerekiyor. Sulus ve Zeursa’nın aşkı günümüz toplumunun bir Leyla Mecnun’u oldu. Bu hüzünlü aşk destanını da uzun süre unutacağınızı sanmıyorum. 

John Berger’in dilimize aktarılan bir başka önemli yapıtı da. “Şiirin Saati” tümü insanda yeni ufuklar açan sanat yazıları ve kitap Berger’in o şaşırtıcı duruluktaki anlatımı ve derin bilgisiyle sarıveriyor insanı. Bu kitaptan bir alıntıyı okurla paylaşmak isterim. Dünyaya şiir gözüyle bakanlar için: 

“Şiirin Saati” (çeviri: Gönül Çapan)

“…. On sekizinci ve On dokuzuncu yüzyıllarda toplumsal haksızlıklara karşı yazılan yazılar düzyazı olarak kaleme alınmıştı. Bunlar mantıklı bir dille konuyu ortaya koyan ve zamanla insanların akıl yoluyla doğruyu göreceklerini, çünkü tarihin akıldan yana olduğuna inanan yaklaşımlardır. Bugün artık her şey o kadar açık seçik değil. Sonucun ne olacağı hiçbir şekilde denetlenemiyor. Geçmişte günümüzde çekilen acıları gelecekteki evrensel mutluluğun unutturacağı pek düşünülemez. Buna karşılık, kötülük değişmez bir gerçeklik olarak her zaman karşımızda. Bütün bundan da hayata değer verdiğimiz değere kalma kararımızı sonuna kadar savunmak zorunda olduğumuz anlamı çıkıyor. İşi geleceğe bırakamayız. Gerçeğin zamanı yaşadığımız an’dır. Giderek de bu gerçeği kavrayan düzyazı değil, şiir olacaktır. Düzyazı şiirden daha çok işi zamana bırakır. Şiir ise kanayan yaraya seslenir.”