Barış ve savaş sıkça kullandığımız iki karşıt sözcük. Barış insanı insan yapan temel unsurlardan biri, savaş ise insanın kötücül yanlarını dışa vuran bir ilkel davranış. İnsanlık tarihinde savaşlar hep olagelmiş. Arkalarında ölümler, yıkıntılar, hastalıklar bırakarak gitmiş. Barışsa insanın insana, doğaya, doğanın tüm canlılarına saygı duymasıyla başlamış. Barışı savunanlar her dönemde karşıtlarının zulmüne uğrasalar da insanlığın hizmetinde olmaktan hiç vazgeçmemişler. Tarih ve bilim kitapları da böyle söylüyor.

Belki tümü değil ama insanların büyük bir bölümü 20. yüzyılda yaşanan iki büyük savaşın getirdiği ölümlerden, yıkımlardan, zulümlerden hiç ders almamış görünüyorlar. Ders alınsaydı tarih tekerrür mü ederdi demiş bir bilge kişi. Arkaya baktığımızda İspanya İç Savaşı, Guernica, Mussolini’nin faşizmi, ırkçılığı yücelten Hitler’in dünya imparatorluğu düşleri ve Hiroşima. Tüm bunlar birer insanlık ayıbını taşır içinde. Nükleer bombanın da devreye girdiği 1945 yılından sonra dünya artık savaş ve barış konusunda kesin bir şekilde ikiye bölünmüştü. Sayılamayacak kadar insan öldü, sayılamayacak kadar çok insan radyasyondan sakat kaldı. Ama savaşçılar yılmadılar. Kapitalist sistemin varsıl devletleri ve çok uluslu şirketlerin el ele vererek kurdukları tekeller yalnızca gezegeni daha çok kirletmeye, insanlık değerlerini ayakaltına almaya, varsıl- yoksul makasını daha da çok açmaya yönelikti. Bu aşamada sosyalizmi, işçi sınıfını sindirmek için her çareye başvuran emperyalist güçler, bir yandan kara Afrika’nın yer altı servetlerini talan ederken, bir yandan da devasa iletişim aygıtlarıyla dünya halklarına algı operasyonları yapıyorlardı. Artık uluslararası alanda “yalan”, “haber çarpıtma”, “manipülasyon” doğal sayılmaya başlandı. Ve biçare halklar neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamakta gerçekten çok zorlandılar. Günümüzde de zorlanıyorlar.

Şimdi gözümüzün önünde yeni bir savaş var. Yine insanlar ölüyor, yaralanıyor, ülkelerinden göç etmek durumunda kalıyor. Hem zaten 21. yüzyıl daha ilk çeyreğine gelmeden göçlerin en çok yaygınlaştığı bir yüzyıla aday olmamış mıydı? II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler gelişen olaylara uzaktan bakarken iki yüzlülüğünü her gün biraz daha artıran Avrupa Birliği ve Avrupa Birliği’nin Amerika Birleşik Devletleri ile ortak olduğu askeri gücü NATO bu savaşın kışkırtıcılığını sürdürüyor. Tek adamlı totaliter bir yönetimin başında olan Rusya Devlet Başkanı Putin de kışkırtıcılıkta onlardan aşağı kalmıyor. Arada ezilen ise yalnızca halklar, kadınlar, çocuklar, gençler…

II. Dünya Savaşı devam ederken Fransa’yla Almanya sınırında yer alan Brest kenti hem Almanların hem Fransızların bombardımanı karşısında yıkıntıya dönüşmüştü. Dünya şiirinin büyük ozanlarından Jacques ’Prevert 60’lı yıllarda dilimizden düşmeyen ünlü “Barbara” şiirini bu olaya dayanarak yazmıştı. Dilimize Usta Çevirmen Teo tarafından aktarılan bu şiir, savaşın yalnız insanlığı değil aşkı, masumiyeti, tüm kültürüyle birlikte bir kenti nasıl yok ettiğini de anlatır. Uzun bir şiirdir sevgili okur birlikte okuyalım.

Barbara

Hatırla Barbara
Yağmur yağıyordu o gün Brest’e durmadan
Yürüyordun gülümseyerek yağmur altında
Şaşkın hayran sırılsıklam
Hatırla Barbara

Yağmur yağıyordu Brest’e durmadan
Siam caddesinde rastladım sana
Gülümsüyordun
Gülümsüyordum

Tanımıyordum seni
Sen de beni tanımıyordun
Hatırla gene de hatırla o günü
Unutma
Saçağın altına sığınmış bir adam
Adını ünledi
Barbara

Seğirttin ona doğru yağmur altında
Şaşkın hayran sırılsıklam
Atıldın kollarına
Hatırla bunu Barbara

Sana sen diyorum diye bana kızma
Sen diyorum bütün sevdiklerime,
Ancak bir kez görmüşsem bile
Sen diyorum bütün sevişenlere
Tanımasam bile
Hatırla Barbara
Unutma
O yumuşak mutlu yağmuru
Mutlu yağmuru
Mutlu yüzüne yağan
O mutlu şehre yağan
Denize yağan
Tersaneye yağan
Oues…