Basın özgürlüğü yoktur, sansür vardır diyenler hükümeti yıpratmak isteyenlerdir (!).  

 

Bu durumla hiç ilgisi olmayan ama bir devlet büyüğümüzün yukarıdaki sözleri nedeniyle hatırladığım AİHM’si 3. Dairesinin Skalka / Polonya davası “gereklilik” ölçütü bakımından ifade özgürlüğü hakkındaki ilginç bir karardır (27.05.2003 tarih, Başvuru no: 43425/98 ). Bu karar aşağılık eleştirilerle, yargıya, yargıçlara yapılan hakaretlerle ilgilidir. 

 

Yargı otoritesinin korunması bakımından tehlikede olan şey nedir?

 

Demokratik bir toplumda mahkemelerin, cezai yargılamalar söz konusu olduğunda, sanığa ve halkın büyük bir kesimine aşılaması gereken güvendir.

 

Polonyalı Bay Edward Skalka, cezaevinde ağırlaştırılmış hırsızlık suçundan dolayı verilen mahkûmiyet cezasını çekmektedir. Cezaevinden, Katowice Bölge Mahkemesi Ceza İnfaz Bölümüne bir mektup yazmış, cevap almış, cevaptan tatmin olmamış, Bölge Mahkemesi Başkanına bir mektup daha göndererek, mektubunu yanıtlayan yargıçtan şikâyetçi olmuştur.

 

Bölge Savcısı, Bay Skalka mektubunda yargıçlardan "sorumsuz soytarılar" diye söz etmekte, defalarca "küçük sersem", "soytarı", "kara cahil", "aptal" , "öylesine sınırlı bir birey", "seçkin sersem" biçiminde laflarla, Bölge Mahkemesinde görevli kimliğini belirtmediği yargıçtan aşağılayıcı bir tarzda söz ettiği için dava açar. Ceza Kanununun 237. Maddesine göre, (Bir devlet organını görevini yaptığı sırada veya alenen aşağılayan bir kimse, iki yıla kadar hapis veya para cezasıyla cezalandırılır.) cezalandırılmasını ister. Skalka sekiz ay hapis cezasına mahkûm edilir. Mektupta eleştiri sınırlarını aştığı kabul edilmiştir ve karar kesinleşir.

 

Skalka, bir mahkemenin kimliği belirtilmeyen bir çalışanına karşı eleştiri yöneltilmesinin, AİHS’nin 10. maddesi kapsamında ifade özgürlüğünün kullanılması olduğunu ileri sürmüştür.

                                                                

Mahkeme, Sözleşmenin 10 maddesindeki ifade özgürlüğünün demokratik bir toplumun esaslı temellerinden birini oluşturduğunu, toplumun ilerlemesi ve her bir bireyin gelişimi için temel koşullardan biri olduğunu, bu özgürlüğün istisnalarının dar yorumlanması gerektiğini hatırlatır. Eğer kısıtlama ihtiyacı varsa; bu ihtiyacının bulunduğunun inandırıcı bir şekilde ortaya konması gerektiğini vurgular.  

 

“Adaletin güvencesi olan ve hukukun üstünlüğü ile yönetilen bir devlette temel bir işlevi olan mahkemelerin çalışmaları, kamunun güvenine sahip olmalarını gerektirir.” İşte bu yüzden mahkemeler, temelsiz saldırılara karşı korunmalıdır. Ama Mahkemeler, diğer bütün kamu kurumları gibi, eleştiriden ve denetimden muaf değildirler. Özgürlüğü kısıtlanan kişiler de, bu alanda toplumun diğer bütün üyeleriyle aynı haklardan yararlanırlar. Ancak eleştiri ve aşağılama arasında açık bir ayrım yapılmalıdır. Bir ifade açıklamasının tek amacı bir mahkemeyi veya o mahkeme üyelerini aşağılamak ise, uygun bir cezalandırma, ilke olarak Sözleşme'nin 10/(2). Fıkrasını ihlal etmeyecektir. İfade özgürlüğü hakkını kullanan kişilerin açıklamayı yaptığı şartlar ve söz konusu müdahaleye ilişkin olaylar bir bütünlük içinde birlikte değerlendirilmelidir. AİHM’ sinin görevi müdahalenin, yani ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının, "izlenen meşru amaçla orantılı" olup olmadığını ve ulusal makamların müdahaleyi haklı göstermek için dayandığı gerekçelerin "ilgili ve yeterli" olup olmadığını saptamaktır.

Ulusal makamların uyguladığı standartların Sözleşme'nin 10. maddesindeki ilkelerle uyumlu olduğuna ve ayrıca ulusal makamların olayların mantıklı bir değerlendirmesine dayandıklarına kanaat getirmelidir.

 

Mahkeme, başvurucunun ikinci mektubunda aşağılayıcı kelimeler kullandığının şüphesiz olduğunu, mektubunda “sorumsuz soytarılar” ve şikâyet konusu cevabı yazan kişi hakkında “önemsiz sersem”, “bir aptal”, “küçük kişi”, “önde gelen sersem” gibi başka kaba ifadeler kullanmış olmasını ve mektubun ifade tarzının da açıkça aşağılayıcı olduğunu gözlemiştir.

 

Mahkeme, müdahalenin içermek zorunda olduğu şartlar bakımından ve özellikle uygulanacak müdahalenin orantılılığını değerlendirirken, uygulanan cezaların niteliğinin ve ağırlığının da dikkate alınması gereken faktörler olduğunu hatırlatmıştır. Ulusal mahkemelerin gösterdikleri gerekçelerin, başvurucunun suçunun niçin çok ağır olduğu ve olayın şartları içinde suçun niçin sekiz aylık hapis cezasını gerektirecek derecede ağır görüldüğü sorularına yeterli derecede cevap vermediklerini tespit etmiştir.

 

"Tartışma konusu ifadelerin kullanıldığı bağlam konusunda Mahkeme, "yargı organının otoritesi" deyiminin, özellikle mahkemelerin, genellikle büyük bir kamuoyu tarafından da kabul edildiği üzere, hukuki uyuşmazlıkların ve bir suç isnadıyla karşılaşan kimsenin suçluluğunun veya masumiyetinin karara bağlandığı uygun bir forum olduğu anlayışını içerir (…). Yargı otoritesinin korunması bakımından tehlikede olan şey, demokratik bir toplumda mahkemelerin, cezai yargılamalar söz konusu olduğunda sanığa ve halkın büyük bir kesimine aşılaması gereken güvendir. (Karar için Anadolu Üniversitesi web sayfası “aihm.anadolu.edu.tr”)

 

AİHM’si bu davadaki sorunu, başvurucunun Bölge Mahkemesine gönderdiği mektuptan dolayı cezalandırılması gerekip gerekmediğini değil, fakat verilen cezanın Sözleşme'nin 10. maddesi bakımından uygun veya "gerekli" olup olmadığının belirlenmesi olarak görmüştür.

 

AİHM’e göre sekiz aylık hapis cezası, orantısız bir şekilde çok serttir. “…olayda uygulanan cezanın ağırlığı, suç fiilinin ağırlığını aşmaktadır. Bu fiil yargı organına aleni ve bütüncül bir saldırı değil, fakat halkın haberinin olmadığı karşılıklı bir mektuplaşmadır. Dahası suçun ağırlığı, başvurucuya uygulanan cezayı haklı kılacak ölçüde değildir. Ayrıca bu, başvurucunun kabul edilebilir eleştiri sınırlarını aştığı ilk olaydır. Bu nedenle, daha az bir ceza haklı görülebilecek olduğu halde, ulusal mahkemeler ifade özgürlüğünün "gerekli" istisnasını oluşturan sınırın ötesine geçmişlerdir.”

 

Bu nedenlerle Mahkeme, Sözleşme'nin 10. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.

 

Bu karar bizim ülkemizi, gazetecileri, hapiste yatan gazetecileri, halkın haberi olmadan okunan mektupların sahiplerini, kararın muhataplarını hiç ilgilendirmiyor. Çünkü Allaha çok şükür -devlet büyüklerimizin dediği gibi- bizim ülkemizde, basın özgürlüğü “yeteri derecede”  vardır (!).

 

Yeteri derecede basın özgürlüğü olduğu halde, aksini iddia edenler ile sansürün var olduğunu ileri sürenler de yalancı olduklarından, söylenenler, yazılanlar, eleştiriler, hapisteki gazeteciler ve eylemleri -her daim olduğu gibi- sadece hükümeti yıpratmak içindir…

 

İsterseniz!