Tanığı olduğum ilk askeri darbe 27 Mayıs 1960’da yaşandı. Henüz üniversiteye adım atan genç bir öğrenciydim. Ülke, zorbalığın, şiddetin kol gezdiği bir ortamdan çıkıyordu. İktidarın, üniversite hocalarını “Kara Cüppeliler” diye tanımladığı, basın için Mecliste tahkikat (soruşturma) komisyonu oluşturduğu, kendisine yandaş olanları devletin radyosundan Vatan Cephesine katılma çağrılarının yapıldığı, yurttaşların ayrıştırıldığı yıllardan geçmiştik. Sol siyaset, sosyalist yazar ve şairler cezaevlerinde çile doldururken, yapıtları yasaklandığından okura ulaşamıyordu. İşte biz böyle sıkıntılı, baskıcı dönemden çıkışı coşkuyla karşılamıştık. Üniversite gençliği olarak ilk kez “özgürlük” sözcüğü ile tanışıyorduk. Kitaplar da özgürleşmişti. Ve bu sözcüğü çok sevdik. Elbette bu özgürlük havası çok sürmedi. Siyasetçiler yanına bugün bile ulaşılması güç 1961 Anayasası’nı “Bu halkımıza lüks” diyerek ortadan kaldırdılar. Yeniden ayrılmanın, kinin, nefretin yerleştiği yeni dönemler başladı. Şimdi düşünüyorum da yaşam serüvenimde gördüğüm askeri darbelerin, darbe girişimlerinin sayısı artık net değil kafamda. AKP iktidarı evet askeri vesayete son vermişti. Ama bu kez de sivil vesayet başlamış, düşünceyi ifade özgürlüğünün, hukukun üstünlüğünün, basın özgürlüğünün yok mertebesinde kısıtlandığı yeni bir dönem başlamıştı. Gazetecilerin ikinci adresi adliye ve cezaevleri olmuştu. Bu durum günümüzde de sürüyor. Hukuk fakültesi ve dönemin birbirinden değerli hocaları ufkumuzu genişlettiler. Başka bir dünyanın anahtarını verdiler bize. İnsan değerinin, emeğin, insan haklarının yolunu açtılar. Çağdaş demokrasiye ulaşabilmenin yollarını anlattılar. Fakültedeki ilk yılım daha dolmadan ister sol, ister ulusalcı, ister sağ tandanslı her darbeye karşı oldum. Bedel de ödedim. Elbette cezaevlerinde işkence gören, faili meçhullerde yok edilen arkadaşlarımın yanında, “görevden alınma, sürgün” gibi yaptırımların sözü bile edilemez.

“Yakın tarih tüm çıplaklığı ile bilinmezse günümüzü anlamak zordur” diye düşünürüm. Hele de medyadaki bilgi kirliliğini de dikkate alırsak. Gelelim 15 Temmuz’u 16’ya bağlayan geceye... Çağımızda bu tür askeri darbelere gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerde rastlanıyor. Egosu şişkin bir subayın etrafında toplanan asker ve subaylar darbe yapıyor. Plan program yok. Ölen, yaralanan insanların çokluğu umurlarında değil darbecilerin. Üzülerek söylüyorum ki ülkemde gördüğüm, son olmasını dilediğim, bu askeri darbe girişimi ve sonrasında yaşananlar resmen insanlık utancıydı. Eski yıllarda toplum olmaya çabalıyorduk. Şimdilerde salt kalabalık bir topluluğuz. Şiddetten hoşlanan, erkek egemen, linç kültürünü benimsemiş, olayları sorgulamayan, güdülme yetisi gelişmiş, insana, hayvana, sevgisiz, saygısız bir topluluk…

Darbe girişimi iktidarın serinkanlı tutumuyla önlendi önlenmesine de bu kalkışma kafalarda pek çok soruya da yer bıraktı. Darbenin önlenmesi ardından, yüzlerce ölü ve yaralı varken, yurttaşın yüreği kan ağlıyorken üç gün demokrasi bayramı ilan edilmesine şaşıranların başında geliyorum. Nasıl yani? Şimdiye dek tıkır tıkır işleyen çağdaş bir demokrasimiz vardı da biz mi atladık. Ana muhalefet lideri medya dayanışmasını kutluyor TBMM’de. “Hangi medya dayanışması?” diye sorarlar adama. Sanırsınız darbe girişimi bitti, ülkenin düşünceyi ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, sansür, oto sansür ceza evlerindeki gazeteciler, yazıdan çiziden cezalandırılanlar bu ülkenin insanları değil. Ne değişti ya da nelerin değişebileceğini bir düşünün, aklınızda gezdirin. Sonuç olumluysa bana söyleyin ki mutluluğunuzu, demokrasi bayramınızı ben de kutlayayım. Basının darbeye direnişinin destanını yazıyorlar sermaye yoğun gazeteler. İyi de darbeciler tarafından saldırıya uğrayan yayınları kesilen öteki gazetelerin adı nerede? Hayatın Sesi Televizyonu, imc Televizyonu niye dayanışma destanlarınızda yer bulamıyor? Neden? Kalkışmanın sabahında ilk andan başlayarak darbeye tepki koyan meslek örgütleri görmezden geliniyor. Dayanışmadan anladığınız bu mu? Ne diyeyim sevsinler sizin basın özgürlüğü anlayışınızı. Sevsinler meslek dayanışmanızı…