GÜNEY Afrika Cumhuriyeti’nde düzenlenen 2010 Dünya Kupası İspanya’nın şampiyonluğu ile son buldu. Futbolun beklenen estetiği pek sahalara yansımasa da salt Afrika’da gerçekleştirilmiş olması bile bu kupayı geleceğin unutulmaz spor anıları arasına yerleştirecek malzeme üretti. İnsanların cins ve ırk ayrımı gözetmeksizin sergiledikleri bir şölene dönüştü turnuva. Bir zamanlar beyazların egemenliğinde dünyaya kafa tutan ırkçı Afrika Cumhuriyeti’nde bugün tüm renklerin bir arada coşkuyla kendini ortaya koyması az şey mi? Ülkesinin özgürlüğü adına yıllarca hapsedilen Mandela ile arkadaşları için elbette bu Dünya Kupası’nın ayrı bir anlamı vardı. 
Bize gelince; kupada olmamanın tesellisini Mesut Özil’le gidermeye çalıştık. Bir TRT klasiği olarak kupa maçlarının anlatım ve yorumunda izleyenlere çile çektirdik. Güney Afrika Cumhuriyetinin arka planı ekranda olmadı hiç. Mandela’nın adının geçmemesi için de özen gösterildi. Yoksa böyle değildi de ben mi kaçırdım! Aslında bir futbol tutkunu olarak hemen tüm maçları ekrandan izlemeye çalıştım. Maradona’nın varlığı, Arjantin’in kupayı kaldırması isteğimi güçlendiriyordu. Olmadı. Bu kez gönlüm Uruguay’ın final oynamasından yanaydı. O da gerçekleşmedi. Kaybedenler safında yer aldım. Neden Uruguay derseniz. Yanıtım hazır. Bir kere askeri darbelerin çilesini çekmiş, acılarını yaşamış bir ülke. Şimdilerde kendisini toparlamaya çalışıyor. Ama asıl önemli neden; çağımızın yüz akı düşün insanlarından yazar Eduardo Galeano’nun Uruguaylı olması. Türkçeye çevrilen tüm kitaplarını okudum Galeano’nun. İnsanlığa karşı işlenen suçlara karşı çıkışını, Noam Chomsky, John Berger, Jose Saramago ile birlikte tüm insan hakları ihlalleri karşısında gösterdiği yürekli duruşu yakından izlemeye çalıştım. Araştırıcı kimliğine, titiz çalışma biçimine ve ince zekasını gösteren üslubundaki kıvraklığa, yer yer kullandığı ironiye hayran oldum. İşte Uruguay sevdam böyle oluştu. 
Biliyorsunuz Afrika bahtsız bir Kıta. Yerüstü ve yeraltı servetleri yıllarca beyazlarca sömürüldü. İnsanları batıda ve Amerika’da köle pazarlarında satıldı. Kültürleri, gelenekleri, müzikleri ve sanatları çalındı. Günümüzde de Afrika halkları çok farklı durumda değil, varsıl ülkelerin sömürüsü sürüyor. Uluslararası sermayeninki de… Dünya Kupası sarhoşluğunda, Afrika Kıtasına reva görülenleri unutmamak insanlığın borcu. Bu bağlamda yazımı Galeano’nun ‘Zamanın Ağızları’ kitabından (çev. Bülent Kale) bir alıntı ile sonlamanın uygun olacağını düşünüyorum "Sanatın Değeri":
"Avrupa, Kara Afrika’yı uygarlaştırma nezaketini göstermişti. Haritasını parçalamış, parçalarını yutmuştu; altınını, fildişini ve elmaslarını çalmıştı; en güçlü oğullarını köle pazarlarında satmıştı. Avrupa, siyahların eğitimini tamamlamak için ceza ve ibret olsun diye, pek çok askeri işgal ikram etmişti onlara.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Britanyalı askerler, Benin Krallığı’nda bu pedagojik operasyonlardan birini gerçekleştirdi. Kanlı kıyımdan sonra, yangından hemen önce ganimeti götürdüler. Afrika sanatının en büyük koleksiyonuydu: Onlara hayat veren, onları esirgeyen tapınaklardan sökülmüş bir sürü heykel ve maske.
Bu eserlerin bin yıllık geçmişi vardı, karmaşık güzellikleri Londra’da azıcık merak ve sıfır hayranlık uyandırdı. Afrika hayvanat bahçesinin meyveleri, yalnızca bazı eksantrik koleksiyoncuları ve ilkel geleneklere yönelmiş müzeleri ilgilendiriyordu. Ama Kraliçe Victoria, ganimetleri açık artırmaya çıkarınca elde edilen gelir, askeri operasyonun bütün masraflarını karşılamaya yetti. Böylece Benin Sanatı, bu sanatın doğup gerçekleştiği krallığın yağmalanmasını finanse etti."