45 yıl önce…
12 Eylül 1980 tarihli Resmî Gazetenin 17103 sayılı nüshasında yayınlanan Milli Güvenlik Konseyi’nin Bir Numaralı Bildirisine göre; Türk Silahlı Kuvvetleri, “iç hizmet kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış” ve Milli Güvenlik Konseyi ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.
Böylece “Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini, yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içerisinde ve emirle yerine getirme kararı almış ve ülke yönetimine bütünü ile el koymuş olan” Milli Güvenlik Konseyi’nin, 4 numaralı bildirisi ile; Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, üyeler Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun’dan oluşan Milli Güvenlik Konseyi kurulmuştur (RG. 12.09.1980 tarih 17103 sayı)
12 Eylül 1980 günü Kenan Evren tarafından yapılan radyo ve televizyon konuşmasında, “...ülkenin ve milletin bütünlüğünü, milletin hak, hukuk ve hürriyetini korumak, can ve mal güvenliğini sağlayarak korkudan kurtarmak, refah ve mutluluğunu sağlamak, kanun ve nizam hakimiyetini, diğer bir deyimle devlet otoritesini tarafsız olarak yeniden tesis ve idame etmek gayesiyle devlet yönetimine el koymak zorunda” kalındığını açıklamıştır. Amaç doğrultusunda; Parlamento ve Hükümet feshedilmiş, Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmış, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmişti.
Yaygın şiddet olayları nedeniyle, 26 Nisan 1979 tarihinde Adıyaman, Diyarbakır, Hakkâri, Mardin, Siirt ve Tunceli, 20 Şubat 1980’de Hatay, İzmir, 20 Nisan 1980 ‘de ise Ağrı illerinde sıkıyönetim başlamıştı. 12 Eylül 1980'e gelindiğinde diğer illerde de (48 il) sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetim 19 Mart 1984 tarihinden itibaren aşama aşama ve en son 19 Temmuz 1987 tarihinde kaldırıldı.
1961 Anayasasının korumasındaki demokratik toplum düzeninin vazgeçilmez unsurları olarak kabul edilen demokrasi ve parlamenter sistem 13 Eylül 1980 günü yok edildi. Tüm siyasi partiler ve muhalif harekette bulunabileceği kabul edilen demokratik kitle ve meslek örgütleri kapatıldı. Yönetici ve üyeleri hakkında soruşturma başlatıldı. Çoğu yıllarca tutuklu bırakıldı. Verilen idam kararları uygulandı ve açılan birçok ceza davası sonunda 12 Eylül rejimi sistem olarak meşrulaştırıldı.
Tüm yargı organları 12 Eylül 1980 döneminin en güçlü organları haline dönüştürüldü. Emir, telkin ve baskılara açık olarak hareket eden sıkıyönetim mahkemeleri, Askeri Yargıtay ve yüksek yargı organları 12 Eylül 1980 darbesinin felsefesine uygun olan yeni rejimin hukukuna teslim oldu, 12 Eylül “rejimine” boyun eğdi. 1980-1983 yılları arasındaki yargı kararlarında ne hukuk ne adalet ne insan hakları vardır. Övünülecek bir “hukuki geçmişimiz” ve bir dirhem adalet dahi yoktur.
Yargı el konulmaması ve etkilenmemesi gereken güç olarak kendi iç dinamiklerini yaratamamıştır.
Yargı, bağımsızlığı ve tarafsızlığı için özerkliği seçmemiş ve özgürlüğünün gücü olmak istememiştir.
Bazen hangi dönemin hangi döneme göre daha iyi veya daha kötü olduğu sorgulanır. Bu zamanda bile 12 Eylül rejiminin ve sıkıyönetimin daha iyi olduğu ileri sürülür. Her rejimin kötülüğü kendine…
Her olağanüstü dönemin acıları ve eziyetleri birbiriyle karşılaştırılmayacak kadar birbirinden beterdir, kötüdür. Kötülükler ve 12 Eylül rejimi ülkenin siyasi ve toplumsal yaşamında iz bırakmıştır. Önemli olan yaklaşan felaketlere karşı hazırlıklı olabilmek ve başa çıkmanın yollarını yaratmaktır. Kaderden öte geleceğimizi kendimiz yaratmak zorundayız. Memleketi yönetmeli, boyun eğmekten vazgeçmeliyiz.
Gazeteci yazar Erbil Tuşalp “Eylül İmparatorluğu / Doğuşu ve Yükselişi” kitabını ( Bilgi Yayınevi Nisan 1988 Birinci Basım) yeni doğan çocuğuna, çocuklara ve yüreği sevgi dolu insanlara “mektuplar” olarak yazdı. 12 Eylül’ün ne olduğuna ve ne yapmak istediğine dair sözleri kitabının ilk sayfalarında yer aldı:
“ (…) Sizin için tartışmasız, başkaldırısız, kavgasız, kitapsız, şiirsiz, bilimsiz, politikasız … bir gelecek öngörüldü. Geleceğinizi araştırıp, sorgulamak için ipuçlarına gereksiniminiz olduğunu sanmıyorum. Geleceğinizin nasıl hazırlandığını bilmek istersiniz diye yazıyorum. Yalansız yaşamanızı istiyorum” (15 Ekim 1987).
Kitabını bitirirken kendi kızına yazdıklarına gelince;
“ Bunları okuyup anlayacak yaşa geldiğinde; imparatorlukların tümünden korkmak gerektiğini, tümüyle savaşmanın kaçınılmaz olduğunu dilerim anlamış olursun. Aralarında hiçbir ayrım olmadığını; birinin daha önce, birinin daha sonra aynı acıları ürettiklerini saptamış olursun. (…) Faşizmi öğren ve bir daha yaşanmaması için onunla kavgaya hazır ol.”
12 Eylül; bilinmesi ve öğrenilmesi gereken acı bir memleket tarihidir.
12 Eylül bir hayaletin gölgesi gibi dolaştığı bu memlekette birbirinden öğrendikleriyle yarattıkları acıları sürekli yineleyenlerin acımasız iktidar hırsıdır.
Birbirlerine öğrettikleri ve birbirlerini tekrarlayarak sürdürdükleri baskı ve zulme karşı mücadele etmenin bin türlü yolu var…
İşte birisi…
Bertolt Brecht, Nazilere karşı yazdığı şiirinde Ya Hep Beraber Ya Da Hiçbirimiz (Çeviri: A. Kadir - A. Bezirci Halkın Ekmeği, S. 104-105) adlı şiirini şöyle bitirmiştir:
“Kim tutacak elinden, bitik kişi?
Birleşmek zorundadır başkalarıyla
yoksulluğa dayanamayan.
Birleş sen de yoksullarla, durma.
Birleş yarına bırakmayanlarla bu işi.
Ya hep beraber ya da hiçbirimiz.
Kurtulmak yok tek başına
yumruktan ve zincirden.
Ya hep beraber ya da hiçbirimiz.”
45 yıl sonra hatırlananlardan geriye kalanlar…
Yaşamasak bile okuyup öğreneceğimiz yaşa geldik, birçoğumuz bu yaşları geçti… Şimdi sokaklarda protestolara katılan ve başkaldıran öğrenciler barikatları aştı, yıktı, geçti…Gençler “siyaset” öğretiyor, sokakları mekanları, protestoları parlamento dışı muhalefet nasıl yapılır, ülkeyi yönetmeye aday olanlara öğretiyor artık. Protestoları yaratan halk politika öğretiyor.
Yalansız yaşamak mı istiyorsunuz; mücadelemiz olmalıdır!
Yalansız yaşamak, geçmişi unutmak mıdır?
Yalansız yaşamak mıdır seçimimiz, susmak mıdır, öğrenemediklerimiz midir hayatımız...
Yoksa ülkeyi yönetmek için geçmiş zamandan kalanları öğrenmek mi ?
Bir şiirde bir yol daha var…
Dünya Şiir Antolojisinin (Pozitif yayınları-Eylül 2008) 115 inci sayfasından Ataol Behramoğlu’nun çevirisiyle hepimize göz kırpan Bertolt Brecht’in “Öğrenmeye Övgü” şiiriyle hep beraber öğrenelim ve başlayalım…
“Öğren en basiti. Zamanıdır.
Sakın geç deme.
Öğren abeceyi, çok bir şey değil gerçi
Öğren ama, başla.
Koru kendini yılgınlıktan.
Her şeyi öğrenmelisin.
Çünkü sensin artık yönetecek olan.
Köprü altındaki, öğren!
Öğren, demir parmaklıklar ardındakini!
Ev kadını, öğren!
Öğren, altmış yaşındaki!
Kimsesiz çocuk, okul ara kendine
Bilim ara, soğuktan kıkırdayan.
Sarıl kitaba, aç insan. Silahtır o
Çünkü sensin artık yönetecek olan
Çekinme soru sormaktan arkadaş!
Enayi yerine koydurma kendini
Alın teri dökmeden bellediği şeyi
Biliyor sayılmaz insan.
Geçir gözden hesap pusulasını
Unutma, sana ödetilecek faturası
Parmak bas üstüne her rakamın
Nerden çıkmış, sor bakalım
Çünkü sensin artık yönetecek olan”
Brecht şiirin yol göstericiliğinde “ öğrenmeye övgü” nün tam zamanıdır!
Yılgınlıktan vazgeç, bilimi ara, kitaba sarıl, soru sor, sorgula, yaşına bakma; öğren öğrenebildiğin ne varsa! Enayi sanmasınlar seni ve hiç kimseyi! Alın teri dökerek bilmelisin olup bitenleri, demir parmaklıklar ardındakini…
Yalansız yaşamak mı istiyorsunuz? Hiçbir şey yoksa bile şiir oku, çocukların ve herkes için!
Zamanıdır öğrenmeliyiz artık, çünkü ülke yalansız yönetilir.