Cumartesi şekerinde bugün farklı bir yazı var.

Muhabbetimizi farklı bir noktada paylaşmak istedim.

Okuduğumda dirildim sanki yeniden.

Güç buldum, umutsuzluğuma umut kattı.

Başkent Üniversitesi Kadın-Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması  Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ayşe AKIN?ın yazısından bahsediyorum.  Dostlarımdan biri göndermiş ileti olarak.

Yazı içerik olarak çok yönlü mesajlar veriyor.

Duygusallığını aynen sizlerle paylaşmak istiyorum.

Lütfen Okuyun Prof. Dr. Ayşe AKIN?ın bu yazısını.

 

GENÇ BİR KADIN

Kadınlar yüzleriyle barışıktı eskiden...
Bir ağacın yaşı, nasıl gövdesinde gizlediği çizgilerden okunursa bir kadının hayatı da  yüz hatlarında ele verirdi kendini...
Her biri; insan suretinden bir papirüse döşenmiş elyazmalarıydı o kırışıklıkların;  engin tecrübelerin alametiydi.
Gün geldi, uzun yaşama sevdasına kapıldı insanoğlu...
Gençliğe tapındıkça yaşadığını yalanlamanın derdine düştü.
Madem ki o hatlardı yaşını ele veren; o hattı müdafaa etmenin âlemi yoktu.
Çehreler önce yoğun pudra taarruzuyla maskelendi; yetmeyince genç kalma hırsının çarmıhına gerildi.
Tecrübe, "kulak ardı" edildi.
Şimdi, "gergin anneler", ağır makyajla yaşlı görünmeye çalışan kızlarının yanında, çizgilerinden arındırılmış anlamsız yüzlerine bakıp yaşlarını tahmin etmemizi ve kendilerini tebrik etmemizi bekliyorlar.
* * *

Leyla Umar'ın yeni çıkan anılar kitabının ("Geriye Yazılar Kaldı", Epsilon)  kapağındaki fotoğrafa bakıyorum.
Bu yüzde bir kitaba sığdırılmış bütün anıların, bütün acıların, bütün sevdaların izi var. Alnını, gözlerinin kenarını, dudaklarının çeperini çevreleyen her çizgi,
"Bak ne çok şey yaşadım" diye bağırıyor gururla...
Ve gözler cümleyi tamamlıyor:
"...ama hâlâ dimdik ayaktayım".
Kapağı çevirip sayfalara daldığınızda onun neden "kırışıklıklarıyla barışık" yaşadığını anlıyorsunuz.
Çünkü o, genç göstermesini, kulağının ardına gizlediği çizgiye değil, hayatın inadına izlediği çizgiye borçlu...
Nikâh günü tek başına ağlayan gelin fotoğrafını nasıl çektirdiğini anlatırken de,  doğuracağı gece kocasından yediği dayaktan bahsederken de, eşinin ihanetini anımsarken de en ufak bir ağıt yakma ya da pişmanlık izi yok satırlarında.. .
Tersine "Yine olsa yine yaşardım" meydan okuması var.
* * *
Bir uçak yolculuğu süresinde okuyup bitirdiğim bu kitap,  hayatının hiçbir döneminde muhabirlik heyecanını yitirmemiş 76 yaşında bir gazetecinin  meslek dersleriyle dolu... Ama ondan da önemli hayat dersleri var:
Yıl 1976...
Umar, eşi roman yazabilsin diye kendini paralıyor.
Onun gazete yazılarını daktilo ediyor.
Rahat çalışsın diye işini bırakıp onunla Amerika'ya göçüyor.
Bir gün evde yalnızken telefon çalıyor.
Arayan bir kadın...
"Kocanızla birbirimize âşık olduk, bundan böyle birlikte yaşayacağız" diyor.
Sonra telefonu kocasına veriyor.
Kocası durumu teyit ediyor. "...hem de inanmamasına içerleyerek.. ."
Yüz gerdirme operasyonlarına servet yatıran kadınlar bu durumda ne yapardı bilmiyorum.
Leyla Umar, kıymetli yüzüklerini satıyor.
Onların parasıyla dünya turu bileti alıyor,
Güney Amerika'dan Japonya'ya, oradan Hindistan ve İran'a uzanan bir
yolculuğa çıkıyor.
Üstelik gittiği her ülkenin başbakanıyla röportajlar yapıp gazeteciliğe ve
para kazanmaya devam ederek...
* * *
İnsan, şişirilen kaslar, silinen kırışıklıklarla genç kalmaz.
Gençlik, göğüs gerdirmek değil, ihanetlere göğüs gerebilmektir; yaşadığıyla övünebilmek, değişimi göze alabilmek, her an başını alıp gidebilmek,  hayata sil baştan başlayabilmektir.
Bunu anlayanlar, yüzündeki çizgilerle yaşlanır, ama ihtiyarlamazlar.