Her ailenin soyadı kanunu çıkmadan önce tarif edildiği bir ismi ve namı vardır.
Şunların şusu..
Bize de köyde “Paşalar” derler.
Neden  bize böyle derler bir türlü öğrenemedim. Hatırladığım tek şey, köydeki evimizde süslü bir kılıç ve kama olduğudur. Kimden kalmıştır bilmiyorum. Ailede öyle biri vardı da, isim oradan mı geliyor yine bilmiyorum.
Ama şunu çok iyi hatırlıyorum; EKİ Çırak Kursu’na 14 yaşında gitmeden önce her yaz tatillerinde babam bizi Kandilli’den Başveren Cuma’ya gönderirdi. Şimdi “Ormanlı Cuma” olarak daha çok bilinen Başveren Cuma’nın Sinitli köyü’ndeki alt katı ahır ve üstte de olmak üzere 8 odası bulunan ahşap evimizde kalır, hayvan gütmeye, tarlada çalışmaya giderdik. O yıllarda, ekin biçmeyi öküzlere bağlı döğenin üzerinde ekinlerin sap ile buğdaydan ayrılması çalışmalarına hep gördük yaşadık. O köy bezlerine sarılıp tarlaya getirilen yiyecekleri  ortaya servis yapar ve aynı tepsiden büyük iştahla çala-kaşık yerdik.

İyi ki yaz tatillerinde (ben istemesem de) babam zorla bizi köye göndermiş ki, köy yaşamıyla ilgili anılarım var.
O yıllarda evlerde su yok.
Pınardan ibrik ile taşınan sularla ev gereksinimleri karşılanırdı.
Çok gidip geldik pınara su doldurmaya.
Pınarımızın bir de adı vardı; Paşalar.
Dedemin yaptırdığı için adının paşalar olduğu anlatılırdı.
Anılarım depreşti birdenbire ki, tek sebebi “analar günü” nedeniyle.
Pazar günü Başveren Cuma’nın Sinitli Köyü’ndeki ailemin yanına gittik eşim ile. Önce Paşalar  çeşmesinin önünde durdum ve bir bidon su doldurdum. Sonra çeşmenin karşısındaki 10 kasım 1979’da sonsuzluğa uğurladığımız en büyük ağabeyin Durmuş’un evine gittik. Yengem, gelinleri ve torunlarıyla bir süre vakit geçirdikten sonra mezarlığa çevirdik yolumuzu. Ereğli’den götürdüğümüz çiçekleri, 13 sene önce yitirdiğim babam Başmadenci Mustafa ve 95 gün önce aramızdan ayrılan annem Nazife’nin mezarlarına diktik. Çiçek dikimi bittikten sonra da, Paşalar Çeşmesi’nden getirdiğimiz su ile suladık mezarları.
İnsan çok değişik duygulara kapılıyor böyle bir ortamda.
Dünya ve biz.
Biz ve ölüm.
Hepsi iç içe.
Hepsi var.
Hepsi de gerçek.
Annem ve babamlı yıllar gelip geçiverdi gözümün önünden sıra sıra.
Kandilli Uzun Mehmet Mahallesi’nde. Kapı numarası 1461/A. Ereğli Kömürleri İşletmesi’nin lojmanında geçen onca yıl. Dedem Durmuş Çavuş’un 1963’de ölümü. 1965’de de madenci dayım Muhammet Turan’ın göçükte kalıp şehit olması. Ve babamın 1976’da emekli olup Kandilli’yi terk edip baba ocağına geri dönmesi. Vefatı ve ardından bugün.
10 Mayıs 2015 Pazar günü mezar ziyareti.
Hani son dönemlerin moda bir sloganı var “her fani ölümü tadacak” diye.
Veya bir başka deyişle gideceğin 2 metrelik bir çukur.
Sırayla veya sırasız o tat yaşanacak.

Annem ve babamın mezarında; yaşamın sarhoşluğuna dalıp da komşusu aç iken tok yatanı, din maskesi altında kişi hak ve özgürlüklerine her türlü saldırıyı mübah sayanları, kin-iftira ve nefret duygusuna kapılanları, yardımlaşma kültürünü reklam aracı sayanları, paylaşma erdeminde buluşamayanları anlamaya çalıştım da, anlayamadım.
Yaşam ve biz.
Son tadı tadıncaya kadar kaliteli yaşamalı insan.
Kimsenin aşına ekmeğine göz koymadan yaşamalı.
Anama dua ettim, babama dua ettim.
Büyük bir gönül rahatlığıyla ile baktığımda mezarlarına, tarifi mümkün olmayan bir hoşluk kapladı içimi.
Yutkunmaya çalıştım.
Yutkunamadım…