Çocukluğumdan, aramızdan ayrıldığı 2003 yılına kadar rahmetli dedeme "Atatürk nasıl bir adamdı dede?" diye sorardım. Sorardım, çünkü ; 91 yaşında aramızdan ayrılan  dedem Atatürk'ü görmüş,  tokalaşmıştı.

Şehit oğluydu dedem. Daha anasının karnındayken babası Balkan Savaşı'na gitmiş, bir daha dönmemişti. Babasını hiç görmemiş, dört kardeşiyle birlikte amcasının yanında yetim büyümüştü. Babasının mezarının nerede olduğunu bile öğrenemeden bu dünyadan göçüp gitti. Babam, dedemin sağlığında, o dönemin arşivlerinden dedesinin mezarının nerede olduğunu yıllarca araştırmasına rağmen bir sonuca ulaşamadı. Ulaşabildiği sadece hastane kayıtlarıydı; İstanbul'daki bir hastanede şehit olduğu yazıyor ancak nereye defnedildiğine dair herhangi bir kayıt bulunmuyordu.

Dedem, hem askerlik yıllarında, hem de İstanbul'da aşçı olarak çalıştığı yıllarda Atatürk'ü görmüş, hatta onunla tokalaşma onurunu bile yaşamıştı. Atatürk'ü çok sever, büyük saygı duyardı. "Paşa" olarak isimlendirdiği Ataturk'ü ve mücadelesini anlatırken, hala o dönemin heyacanını yaşadığını hissederdim. O'nun, Atatürk ve o dönemle ilgili anılarını dinlemek de çok hoşuma giderdi. Son dönemlerinde, yaşlılığın da etkisiyle iyice duygusallaşmış, Atatürk ve dönemiyle ilgili anılarını, duyumlarını ağlayarak anlatmaya başlamıştı. Şu satırları yazdığım anda bile, "Atatürk nasıl bir adamdı dede?" diye sorduğumda, titreyen sesi ve gözlerinden yağmur gibi akmaya başlayan gözyaşlarıyla " Çok büyük bir adamdı" demesi gözümün önüne geliyor.

"Paşa'yı görebilmek, O'na elimizi uzatabilmek için her hafta sonu binlerce İstanbullulu ile birlikte faytonla gezinti yaptığı parka akın ederdik" derdi rahmetli dedem. "O'nu görebilmek, O'na elimizi uzatıp tokalaşabilmek bize büyük bir mutluluk verirdi" derdi. "Paşa"nın ülkemizi kurtarmak için verdiği eşsiz mücadeleyi  gözlerinden damlayan yaşlarla anlatır, "Paşa çok büyük adamdı. " sözüyle noktalardı anılarını, tarihe olan şahitliğini. Atatürk'ün "Bana çizmeleri giydirmesinler " sözünün tarihsel gerçekliğini, okul kitaplarından okumaktan ziyade dedemden dinlemek  bana ayrı bir keyif verirdi. Hiçbir tarih kitabı " Her yeri işgal ede ede gelen ve bizim köye 2 günlük bir yolu kalan Yunan'ın, Paşa'nın üstün dehasıyla nasıl geri püskürtüldüğünü" dedemden dinlemenin tadını veremedi bana. "Bizim köy ve çevre köylere dadanan, köylünün yiyecek ekmeğini dahi gaspeden eşkiya Kel Seyit ve adamlarının, köylünün haber saldığı Paşa'nın gönderdiği bir grup askerle yok edildiğini" dedemden dinlemenin dışında hiçbir tarih kitabında okuyamadım ben. "Paşa'nın, o dönemin zor şartlarına rağmen halkın sorunlarıyla çok yakından ilgilendiğini, fakire fukaraya sahip çıktığını, adaletsizliğe, haksızlığa kılıç çektiğini " dedem kadar hiç kimse "canlı" anlatamadı bana. "Paşa, ebediyete intikal ettiğinde, milyonların  gözyaşlarına boğulduğunu,kötü haberi alan aşçıbaşının üzüntüden olduğu yere yığılıp kaldığını, " hiç bir kitap dedem gibi duygu yüklü ve o anı yaşıyormuşcasına anlatamadı bana.

Dedem sağken, O'nun tarihe şahitlik eden bu anılarını,  her zaman büyük sevgi ve saygı duyduğum, o dönemin Alaplı  Emniyet Müdürü Sayın Refik Felek'e de anlatırdım çeşitli sohbet ortamlarında. "Deden canlı tarih. Artık, deden gibi eski insanlar tek tek bu dünyadan göçüp gidiyor. Dedenin anılarını kamera kaydına al" derdi Refik Bey. Denemiştim; ama olmamıştı. Karşısında kamerayı gören rahmetli dedem, heyecandan mıdır nedir, normal sohbetlerimizdeki gibi konuşamamıştı. Bir iki cümle ile sınırlı olarak, çok az konuşmuş, onları da, her zamanki kendine özgü üslubu ile değil, kendini kasarak anlatmıştı.

Allah gani gani rahmet eylesin; dedem, Atatürk'ün ülkemize hizmetlerini iyi bilen biri olarak Atatürk'ü çok sever, çok sayardı. Ailenin fertleri olarak,  bizim Büyük Önder Atatürk'e olan büyük sevgi ve saygımızda O'nun ayrı bir katkısı vardır.

Konuyu, dedemin anlattıklarının ulaştığı noktalardan biri olan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'na bağlayacağım. Cumhuriyetimizin 90. yılını kutluyoruz bugünlerde. Dönemin şartları da göz önüne alındığında, Cumhuriyetimizin ne denli büyük bir değer olduğu, uğruna büyük mücadeleler verildiği yadsınamaz bir gerçektir. Bu değeri koruyup kollamak, geliştirerek gelecek nesillere emanet etmek de hepimizin ortak sorumluluğudur.

Aksini düşünen varsa, dedelerinin sesine biraz kulak kabartsın.